Elazığ İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Efsaneler

ELAZIĞ EFSANELERİ

Ahmed-i Peyki’nin Kerameti

Al Karısı 

Fırat, Murat ve Aras Nehirleri

Bacı Kardeş

Beyzade Efendi

Dipsiz Göl

Gül Bahçesinde Dört yüz Yıl

Hacı Ali Efendi

Hacı Hasan Baba

Kekuş Mekuş Kuşu

Murat ile Fırat

Peri Kızı

Şakir ile Zakir

HARPUT EFSANELERİ

Ahmet Bey Efsanesi

Ankuzu Baba

Arap Baba

Büyük Mazlum Hoca

Çapakçurlu Şeyh ve Asker

Çayda Çıra Efsanesi

Dağıstanlı Hoca

Deli Mustafa

Deli Mustafa ve Beyzade Hoca

Deli Mustafa’nın Yağmur Duası

Ejderha Taşı

Feth Ahmet Baba

Harput (Süt) Kalesi

Kanlı Göl

Kurşunlu Cami'nin Sakalı Şerifi

Ozan Gölü

Ozan Gölü’nün Perisi

Sara Hatun Camii

Ulu Cami Minaresi ve Karadut Ağacı

AĞIN YÖRESİ EFSANELERİ

Genç Osman Efsanesi

ALACAKAYA YÖRESİ EFSANELERİ

Taş Kesilen Çoban ve Sürüsü

BASKİL YÖRESİ EFSANELERİ

Hasan Baba, Marif Baba, Hıdır Baba

KEBAN YÖRESİ EFSANELERİ

 Nallı Ziyaret Efsanesi

Taş Olan Kadın Efsanesi

Pir Hasan Zerraki Efsanesi

Taşkesen Efsanesi

Gelin Taşı - Gelin Kayası

Hızır Aleyhisselam

KOVANCILAR YÖRESİNE AİT EFSANELER

Heybet Dağı

Taş Kesilen Çoban ve Sürüsü

Taş Kesilen Sevgililer

PALU YÖRESİNE AİT EFSANELER

Ali Gelmez

Sütlü Taşlar

SİVRİCE YÖRESİNE AİT EFSANELER

Azer Dağı Efsanesi

Hazar Baba  Dağı Efsanesi

Hazar Baba Dağı Efsanesi

Gölcük Gölü (Batık Kent) Efsanesi -I-

Hazar Gölü (Batık Kent) -II-

Cin Düğünü

Deniz Kızı Efsanesi

Gölcük -I-

Gölcük Efsanesi -II- (Kilisenin Papazı)

Papazın Kızı

 

ELAZIĞ EFSANELERİ

 

AHMED-İ PEYKİ’NİN KERAMETİ

Osmanlı padişahı IV. Murat, Bağdat seferi sırasında Yurtbaşı (Hoğu Köyü) yakınlarında ordusuyla konaklar. IV. Murat çevrede âlim olup olmadığını sorar ve Molla Köyünde Ahmed-i Peyki adında bir zatın olduğu söylenir. IV. Murat bunun üzerine keramet sahibi olup olmadığını anlamak için atını dört askerle Ahmed-i Peykine gönderir ve Ahmed-i Peykinin atı geminden tutup kendisine getirmesini emreder. Bunu yapamazsa cezalandıracaktır. IV Muradın atı sahibinden başkasına yanaşmayan huysuz bir attır.

Askerle bin bir güçlükle atı Molla Köyüne Ahmed-i Pekinin yanına götürürler. Askerler geldiğinde Ahmed-i Peykin kapısının önünde oturmakta, askerleri görünce seslenerek : “Evlâdım, bırakın o hayvanı” demiş. Askerler atın kaçacağını bildikleri için bırakmak istememiş. Ve Ahmed-i Peyki’ye : “Bırakamayız, bırakırsak kaçıp gider,” diye cevap vermişler. Ahmed-i Peykin : “Evlâdım, siz bırakın, bir şey olmaz,” diye cevap verir.

Bunun üzerine askerler atı bırakırlar. O anda askerler kaçmasından korktukları atın uysal halini görünce çok şaşırırlar. At Ahmed-i Peyki’nin yanına gider ve önünde durur. Askerler : “ IV. Murat’ın Bağdat seferine çıktığını, yolda mola verdiklerini, sizin kerametlerinizi duyunca atını gönderdi ve atıyla gelmenizi istedi” derler.

Ahmed-i Peyki : “Gideriz, yorgunsunuz dinlenin biraz, ayran için” der askerlere. Ayranlar içildikten sonra Ahmet Peykin ayağa kalkar ata yanaşır, atın sırtını sıvazlar, ata bineceği sırada at diz çökerek Ahmed-i Peykinin rahat binmesini sağlar. Askerlerle birlikte yola çıkarlar. IV. Murat Ahmed-i Peyki’nin atıyla geldiğini görünce onu karşılamak için otağından dışarı çıkar.

Misafirini ağırlayan IV. Murat Ahmed-i Peyki’nin yanına oturur ve ona : “Seni sınadım, kusura bakma” der.

Ahmed-i Peyki : “Estağfurullah Sultanım” der. Bunu duyan IV. Murat’ın içi ferahlar o gece Peyki’yi misafir eder.

Sabah olur Ahmed-i Peyki’nin eve gideceği zaman Sultan Murat : “Biz Acem üzere sefer kıldık. Duanı ve himmetini bizden esirgeme” der.

Ahmed-i Peyki : “ Siz gönlünüzü hoş tutun Sultanım, biz sizden, siz de bizden uzak değilsiniz. Yalnız sizden bir isteğim var” der.

IV. Murat: “ İsteğiniz bizim için emirdir. Emredin” der.

Ahmed-i Peyki : “ Sizden isteğim acem seferinden dönerken bir düşman kellesi getirin” der.

Sultan Murat Diyarbakır üzerinden Bağdat’a yürür. Aradan günler geçer ve bir gün Ahmed-i Peyki talebelerine ders verirken dersi yarıda keser ve talebelerine haydi arpa tarlasına bakmaya gidelim der. Talebeleriyle arpa tarlasına geldiklerinde, talebelerine ellerine arpa başağı almalarını ve ovalayıp ufak ettikten sonra arpa ve samanlarını şu tarafa doğru üfürmelerini ister. Talebeleri denilenleri yaptıktan sonra köye tekrar geri dönerler.

Ahmed-i Peyki; talebelerine arpaları ufalatıp üflettiği sırada Sultan Murat'ın ordusu, düşman ordusu tarafından sıkıştırılmış, ordu bozguna uğramak üzereymiş. O esnada bir toz bulutu çıkar ve düşman askerleri toza boğulur. Düşman askerleri toz bulutundan dolayı gözlerini açamaz, fırsattan faydalanan Sultan Murat’ın ordusu düşman ordusunu bozguna uğratır.

IV. Murat Bağdat’ı fethettikten sonra, dönüşte Ahmed-i Peyki’yi ziyaret eder.  Peyki’nin yanına gelen Sultan Murat Peyki’ye : “Bize yardım ve himmet etmeye söz vermiştiniz; herhalde unuttunuz ki, himmetiniz bize yetişmedi.” der.

Bunun üzerine Ahmed-i Peyki : “Sultanım, emanetimi getirdiniz mi?” diye sorar.

Sultanın emri üzerine bir düşman askerinin kellesi tepsi içinde getirilir. Tepsideki kelleyi alan Peyki, düşman askerinin gözlerinin içindeki arpa kılçıklarını gösterir ve Sultana: “

Sultanım ordunuz bozguna uğramak üzereydi, o esnada düşmanınızın üzerine bir toz bulutu inmedi mi? Biz verdiğimiz söz unutmadık “der.

Savaş meydanındaki hâdiseyi hatırlayan Sultan ve adamları, bu keramet karşısında ne yapacaklarını şaşırıp kalmışlardır. Sultan, biraz evvelki sözleri için mahcup olmuştur. Ahmet-i Peyki Hazretleri'nin gönlünü almak için, bugün oldukça sağlam vaziyette olan camii yaptırmış ve çevreyi su kanalları ile süslemiştir.

 

AL KARISI 

Rivayetlere göre: Halk arasında söylenen Al Karısı, kadınların(Lohusa) ciğerlerini koparır yermiş. Al Karısı kurban olarak seçtiği kadının yanında kimse olmadığı zamanlarda ortaya çıkarmış. Özellikle hasta olan ve bulunduğu oda karanlık ise muhakkak gelir, kadının, boğazından elini sokar, ciğerini koparırmış. Çok ağır ve korkunç olan Al karısı kadının ciğerlerini koparırken kadın kıpırdayamaz,  sesini çıkaramazmış.

Eğer Al Karısının kurbanı cesur çıkar, Al Karısının mücevher dolu beresini alabilirse, o zaman Al Karısı kaçıp gidemezmiş. Erkek sesi, öksürüğü Al Karısını çok korkuturmuş Al Karısı Ocak olan evlere gitmez, gitmediği gibi o aileden birisine ait bir giyecek eşyasını Al Karısının yanında bulundurulursa yahut giydirilirse, oraya da gitmezmiş.

Elazığ’da Al Karısı ile ilgili birçok hikaye anlatılmaktadır. Bunlara örnek vermek gerekirse;

Birincisi; İsmail Hoca bir bahar gecesi kırda tarla suluyormuş. Hava soğuk olduğu için üşümüş. Etrafına bakınca da ötelerde bir yerde yanan bir ateş kümesi görmüş. Isınmak için oraya doğru yürümüş.  Yaklaştığında bir de ne görsün Al Karısı bir kadın ciğerini kebap edip, çocukları ile birlikte yiyorlarmış. Bir yerde gizlenerek başlamış onları gözetlemeye. Yemişler, yemişler, fakat çocukları doymamış olacak ki, ciğerleri bittiği zaman: ''Anne, daha yok mu?" demişler. Al Karısı da onlara: "Şimdi yatın" demiş. "Yarın sabah İsmail Hoca'nın gelini doğuracak. Kaynanası da sarma saracak. Bir sahan da gelinine verecek. İşte gelinin yiyeceği üçüncü sarmaya bir kıl olup yapışacağım. Gelin beni yutacak ve içerden ciğerini çekip, çıkaracağım. Getiririm, yersiniz." diye onları uyutmuş.                

            İsmail Hoca bütün konuşulanları duymuş tabiî. Sahiden de İsmail Hoca’nın gelini o sabah doğuracakmış. Kalkmış, oradan doğruca eve gelmiş. Kimseye de bir kelime söylememiş.

            Sabah olduğunda gelin doğurmuş ve hakikaten karısı da öğlen yemeği için sarma sarmaya başlamış. İsmail Hoca, yine bir şey dememiş. Sadece ayran tuluğuna su koyup ıslatmalarını tembih etmiş.

            Öğlen olmuş, sarma hazırlanmış; bakmış ki, karısı bir tabak da gelini için ayırmış. O zaman demiş ki: "Hanım, ben oğlumu evlendirirken ahdetmiştim ki, gelinim ilk doğurduğu zaman onun yiyeceği üç lokmayı ben kendi elimle vereyim. Şimdi ver o sarmayı bana, sen de tuluğu al, gel benimle." demiş.

            Gelinin odasına gitmişler. İsmail Hoca almış, tuluğu da yanına ve başlamış sarmaları geline yedirmeye. Birinci sarmayı vermiş, ikinci sarmayı vermiş, sıra üçüncüye gelince, onu tuluğun ağzını açarak, koymuş onun içine ve ağzını kendir ipiyle sıkıca bağlamış.

            Sonra ayran tulumu başlamış şişmeğe. Şişmiş, şişmiş... Nihayet patlamış. Al Karısı, meydana çıkmış ve hemen İsmail Hoca onu yakalamış. Bir daha salmamış, evinde çalıştırmış. Tam on iki sene Al Karısı, İsmail Hoca'nın evinde hizmet etmiş. Evin adamı gibiymiş artık. Ama bir aksiliği varmış. Ona, "filan işi çabuk yap" deyince Al Karısı, o işi çok ağır yaparmış. Eğer "ağır yap" dedi mi, hem çabuk hem de çok güzel yaparmış.

            Fakat zamanla bir gün Al Karısı, kendisini, serbest bırakmalarını söylemiş. Tövbe ettiğini bildirmiş ve İsmail Hoca da tövbe etti diye bunu tutup salıvermiş.

            Serbest bırakılınca da "Hay vah hay" tam on iki sene hizmet ettim de genç ölümün çaresi nedir, diye sormadınız." demiş. Yakalama çabaları sonuç vermemiş, kaçıp gitmiş.

            Ertesi gün köyün yakınlarında bir gölde kanlar içerisinde boğulmuş hâlde bulmuşlar.

 

İkincisi;Ömer Dede'nin gelini doğum yapmış. Al Karısı, kadının başında kimse olmadığı zaman gider ciğerini çekermiş. Bu nedenle yeni doğum yapmış kadınlar tek başlarına bırakılmazmış. Ömer Dede'nin ve karısının da gafletlerine gelmiş olacak ki, gelini tek başına bırakıp akşam gezmesine gitmişler. Geç vakit eve döndüklerinde Ömer Dede, merdivenlerden elinde ciğer olan bir kadının indiğini görünce onun Al Karısı olduğunu anlamış.

Kadına: “Çabuk götür onu nereden aldıysan oraya koy, demiş. Kendisi de hemen gelinin odasına koşmuş. O'nun can çekişircesine çırpındığını görünce, başucunda, Kur'an okumaya başlamış. Gelin yavaş yavaş soluk alarak kendine gelmiş.

Ömer Dede, lohusanın (Kadının) başına Kur'an-ı Kerim, soğan, sarımsak, tuz, iri iğne koyarsanız Al Karısı, kadına (lohusaya) yaklaşmaz diye ev halkını tembihlemiş.

 

FIRAT, MURAT VE ARAS NEHİRLERİ

Zamanında Fırat havzasında çok zengin bir Bey varmış. O kadar zenginmiş ki sayısızca sürüleri, mal mülk ve toprakları varmış. Şayet bu beyin hiç çocuğu yokmuş. Derdine hiçbir hekim derman da bulamamış.

Beyin  çobanı sürülerinden bir bölümünü otlatırken, fakir bir derviş çobanın yanına gelmiş. Koyunların kuzulama zamanıymış. Çoban ve derviş sohbet ederken, çoban bir ara Beyin durumunu dervişe anlatır. O sırada baş koyun olan kara koyun melemeye başlamış, kuzu doğurmak üzereymiş. Derviş yerinden kalkar, asasını kara koyunun üzerine yatırarak: “Suphanallah, bu koyun ikiz doğuracak, kara koyunun memesinde, bu yavruların ilk nafakaları olan ağız (koyu süt) sizin beyin derdine çaredir. Onu hemen beyin hanımına içirirseniz, hanım da ikiz doğum yapacaktır." der ve ortadan kaybolur.

 Çoban müjdeyi hemen beyine söyler, herkes sevinçle karşılar bu haberi. Beyin hanımı ağızı içer, bir müddet sonra dervişin kerameti doğru çıkar ve kadın ikiz doğurur. Derviş kaybolmadan önce doğacak çocukların isimlerini de çobana söylemiştir. Dervişin istediği gibi Murat ve Fırat isimleri verilir ikizlere. Bu mutluluk fazla sürmez bir süre sonra Beyin hanımı vefat eder, Murat ve Fırat öksüz kalır. Bir süre sonra Bey çocuklarının süt annesiyle evlenir ve beyin bir oğlu daha olur onun adını Aras bırakırlar.

Üç kardeş büyürler, Beyin ölümünden sonra bu kardeşlerin arası açılır, özlük-üveylik duyguları da eklenir. Fırat ev Murat üvey kardeşleri Arası öldürmeye karar verirler. Aras hala çok küçüktür, Azeri asıllı annesinin himayesindedir. Fırat ve Murat bir gece baskın yaparak kendi üvey annelerini (Aras’ın öz Annesi) öldürdükleri an, Annesinin koynunda uyuyan Aras aniden yeşil başlı bir ördek olur karanlıklara doğru uçar.

Günün ilk ışıklarıyla bir kayaya konar, önündeki derin vadiye korkuyla bakarken, yırtıcı kuşların saldırısına maruz kalır. Bu saldırılardan kurtulmak için derin vadiye kendini bırakır, yırtıcı kuşlar onu takip etmeye devam ederler. Ayakları çimenlere derdiğinde bir çığlık atar. Konduğu çayırlar, büyük bir gürültü ile yarılır, fışkıran coşkun sular kocaman bir ırmak olur ve yavru ördek bu mucize ile annesinin anavatanı olan Azerbaycan diyarlarına doğru sürüklenir ve Hazar Denizi'nde karaya çıkınca silkinip çırpınarak insan olarak karaya ayak basar. Hâlen Aras nehrinin pınarlarında o masum Azerî ananın feryadının, "OGUL-OĞUL - OĞUL" diye yankılandığı rivayet edilir.

Fırat ve Murat’ın yaptıkları yanlarına kalmaz, müthiş bir kuraklık ve kıtlık olur, itibarları zamanla gider, herkes onlara yüz çevirir, obaları dağılır, sürüleri zamanla yok olur, elde avuçta bir şeyleri kalmaz. Bu durum iki kardeşi de bir birlerine karşı düşman etmiş, öyle ki içlerindeki ihanet ve ölüm korkusuyla Murat Tendürek Dağının Mağaralarına; Fırat ise Dumlu dağının vadilerine giderler. İşledikleri günahlardan ve sefaletten dolayı o kadar göz yaşı dökmüşlerdir ki; Allah’ın tertemiz yaratmış olduğu bu yerler kirlenmesin diye yere düşen her yerden gözeler çıkar ve o göz yaşlarının kirini temizlermiş. Bir araya gelen bu kaynaklar Fırat ve Murat Nehirlerini meydana getirdiği rivayet edilir. Yöre halkı bu iki nehri “kardeş Nehirler” olarak görürler.

Günahkâr kardeşlerin adlarını taşıyan,  Anadolu yaylalarında günahkar ruhların kirlerini temizleyen Fırat ve Murat nehirleri, Tunceli’ye bağlı Çemişgezek ilçesi Çat denilen mevkide birleşerek Büyük Fırat Suyunu meydana getirirler.

 Rivayetlere göre; Büyük Fırat Nehri uçsuz-bucaksız bir çölün kızgın kumları tarafından yutulur ve bu çölün altında büyük bir kent olduğu, Fırat Nehri bu büyük kente akmasına rağmen su paylaşımı yüzünden çıkan kavgalar yüzünden her gün yüzlerce kişi ölmektedir.                         

 

BACI KARDEŞ

                       Rivayetlere göre; bir kız ve erkek kardeşi bir gün dağa kenger toplamaya giderler. Akşama kadar dağlarda dolaşır buldukları kengerleri çuvallara doldurulurlar. Erkek kardeşin çuvalı delikmiş ve iki kardeşte çuvalın delik olduğunu fark etmezler. Akşam olduğunda eve doğru yola giderken kız kardeş kardeşinin çuvalının boş olduğunun farkına varır.

Erkek kardeşine: “ Kengerleri sen sakladın” diyip, elindeki sopayla kardeşine sert bir şekilde vurur. Çocuk aldığı sert sopa darbesiyle oracıkta ölür. Kardeşinin öldüğünü anlayan kız ağlamaya ve Allah’a yalvarmaya başlar: “ Allah’ım kardeşimi ben öldürdüm, beni ya kuş ya da taş et” diyerek dua eder. Allah kızın duasını kabul eder, iki kardeşi de taşa çevirir.

Bugün Kaplıkaya köyü, Direkli Dağı yakınlarında birbirine yaslanmış iki kaya parçasının iki kardeş olduğuna inanılır.


BEYZADE EFENDİ

Beyzade Hazretleri, bir gün hacca gitmeye karar verir. Parasını daha önceden biriktirdiği için herhangi bir sıkıntı da çekmeyecekmiş. Beyzade Efendi'nin hanımı da hamileymiş ve tam o günlerde aş eriyormuş. Bir gün burnuna kızarmış et kokusu gelmiş ve canı da bu etten yemek istemiş. Kocasına: “Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git, benim için bir parça isteyiver. Canım çekti” demiş

Kocası da: “Aman hanım, istediğin et olsun, kebap olsun. Hemen şimdi çarşıya gider, istediğinden âlâsını alır getiririm” demiş.

Kadıncağız: “Ben başka kebap istemem. İlle de bu et nerede kızarıyorsa git, bana ondan getir” diye tutturmuş.

            Çaresiz kalan Beyzade Efendi, sokağa çıkmış, etin kızartıldığı evi aramaya başlamış. Kokunun çok fakir bir komşusunun evinden geldiğini anlayınca, kapıyı çalmış. Fakir kadın, kapıyı açmış Beyzade'yi görünce büyük bir hürmet gösterip hemen içeri almış. Beyzade, niçin geldiğini utana sıkıla söylemiş.

Kadıncağız, büyük bir utanç ve sıkıntı içinde: “Olmaz efendim, veremem. Size lâyık değildir”  diye etten vermeyi reddetmiş.

Beyzade Hazretleri'nin devamlı ısrarı karşısında da nihayet gerçeği açıklamak zorunda kalmış: “Efendim, üç günden beri çoluk çocuk açız. Karnımıza doğru dürüst bir şey gitmedi. Çocukların ağlamalarına artık dayanamadım. Yoldan geçen bir köpeği yakalayıp kestim. Bu ateşte kızaran et işte o köpeğin etidir. Çocukların seslerini kesmesi için kızartıyorum, onlara vereceğim. Ama size asla lâyık değildir, bunun için veremem efendim.” der.

            Beyzade Hoca, fakir kadının anlattıklarına çok üzülmüş. Hac farizası için ayırdığı paranın hepsini çevresindeki fakirlere dağıtmış, hayır hasenat için kullanmış. Tabiî hacca gitmekten de vazgeçmiş. Ancak daha önce arkadaşlarıyla aynı gün gitmeye karar verdikleri ve yolda söz birliği edip anlaştıkları için arkadaşlarına günü gelince utana sıkıla hacca gidemeyeceğini söylemiş. Arkadaşları önce inanamamışlar ve ısrar etmişler, fakat Beyzade'nin ısrarı karşısında onu bırakıp kendileri yola koyulmuşlar. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra oraya varınca bakmışlar ki, Beyzade Hazretleri, kendilerinden önce hacca gelmiş. Kabe'nin tavafı sırasında en önde onu görmüşler, namaz kılarken en ön safta onu bulmuşlar. Arafat'a çıkarken de en önde gidenler arasında yer alıyormuş. Bütün bunlara şaşırıp kalmışlar. Memlekete döndüklerinde Beyzade Hoca'ya işin esasını sormuşlar. O da arkadaşlarına olanları anlatmış ve hayır hasenatla bu makama eriştiğini söylemiş.

 

DİPSİZ GÖL

Dipsiz göl Elazığ'ın eskiden köyü, şimdi mahallesi olan Aksaray Mahallesinde bulunur. Hazar Gölü'nün yavrusu ve dibinin de olmadığına inanılır.

Zamanın birinde buradan, kağnı arabası ile bir gelin geçiyormuş. Gelin, nasıl olmuşsa bu gölün kör gözesine düşmüş. Aylar sonra kınalı parmağı Hazar Gölü'nden çıkmış. Bu yüzden bu göle "Dipsiz Göl" denmiştir.

 

GÜL BAHÇESİNDE DÖRTYÜZ YIL

Süryani manastırlarının birinde bir rahip, odasına kapanmış, dinî bir kitap okuyordu. Okurken şöyle bir cümle ile karşılaştı: "Allah'ın yanında bin yıl bir yıl kadardır. Bizim için çok uzun olan zamanlar Allah nezdinde çok kısadır."

            Rahip okuduğu bu yazının gerçek olmayacağını düşündü ve kitabı okumayı bırakıp manastırın bahçesine çıktı. Öğlen vaktiydi, bahçede gül ağacının altına oturdu, bahçede bir bülbülün ötüşmesiyle kendinden geçen rahip uykuya daldı. Rahip uyandığında güneş batmak üzereydi, hemen manastıra doğru ilerledi. Manastırın kapısı kapalıydı ve kapıyı çaldı. Bir süre sonra biri gelip, kapıyı açmadan: “Sen kimsin?” diye sordu. Bu soruya Rahip çok sinirlendi: “Yahu kim olacağım? Aç şu kapıyı, hem sen de kimsin? Ben seni tanımıyorum." dedi. Kapıdaki Rahibi tanımayan görevli kilisesin Rahibini çağırdı. Gelen Rahip’te dışarıdaki Rahibi tanımadı. Yahu kim olacağım? Aç şu kapıyı, hem sen de kimsin? Ben seni tanımıyorum: “Siz de kimsiniz?" diye sordu.

Bu durma çok sinirlenen Rahip: "Ben bu kilisenin rahibiyim. Bahçede uyuya kalmışım. Döndüğümde kapıyı kapanmış buldum. Ve beni tanımayan sizlerle karşılaştım. Burada neler oluyor? Sizler de kimsiniz?" diye bağırdı.

            Bunun üzerine kilisedeki Rahip durumu Baş Rahibe anlattı. Baş Rahipte : “ Sen Kimsin” diye sorunca, rahip sakin bir şekilde başından geçenleri tekrar anlattı : “Odamda kitap okuyordum. Kitapta "Rabb'in yanında bin yıl, bir yıl gibidir" diye yazıyordu. Bu nasıl olur diye düşünmek için öğleyin bahçeye çıktım. Bir bülbülün ötüşüyle uyumuşum. Uyandığımda akşam olmuştu. Ben de manastıra geri döndüm. Ve karşıma çıkan sizleri de tanımıyorum. Burada neler oldu?     Arkadaşlarım nereye gitti? dedi.

Bunun üzerine Baş Rahip durumu anlar ve kapıyı açarlar. Baş Rahibin odasına geçerler ve manastırın kütüğünü alırlar ve bakmaya başlarlar. Manastır kütüğünde dört yüz yıl öncesinden şöyle yazıyordu: “Manastırımızın Rahibi öğleyin manastırdan ayrıldı ve bir daha geri dönmedi”       

            Manastırın Baş Rahibi, Rahib'e döndü: "Sen, o kitapta ki sözden şüphe ettiğin için bu olay başına gelmiş. Aradan dört yüzyıl geçmiş. Allah'ın işine akıl sır ermez. Sen bir daha imanından şüphe etme." Der ve kendisine Manastırda kalacak bir yer verir.


HACI ALİ EFENDİ

Beyzade Hazretleri'nin Hocası Büyük Hacı Ali Efendi, ölmeden önce mezarı için bir yer gösterir ve vasiyet eder “Ölünce beni buraya gömün. Buradan beyaz bir taş çıkacak. Onu mezar taşı olarak başıma dikin ve bana türbe yapmayın” der.

            Hacı Ali Efendi vefatından sonra vasiyeti gereği gösterdiği yere mezar kazılır. Mezardan Beyaz bir taş çıkar. Taşı çıkarmak için çok uğraşırlar ama çıkmaz, ama naşı mezara konulduktan sonra taş kolayca yerinden çıkarılır. (….)

HACI HASAN BABA

Hacı Hasan Baba askerden kaçtıktan sonra, zengin bir ağanın yanında çalışmaya başlar. Ağa bir gün hacca gitmeye karar vermiş. Eşini ve çocuklarını Hasan Baba’ya emanet edip hacca gitmiş.

Ağanın hanımı bir gün İçli köfte yapmış, bunu gören Hasan Baba Ağanın hanımının yanına gelerek “Benim Ağam içli köfteyi çok severdi, bir kısmına yaş dök Ağama götüreyim, yesin ” der.

Hacı Hasan içli köfteleri alır Ağasına verir ve döner.  Ağanın hanımının yanına gelir: “köfteleri verdim” der Ağama. Ağanın Karısı, "Ne ağası kendisi yemiştir," diye düşünmüş.

Günler gelir geçer ve Ağanın hacdan köye geldiği haberi gelir, köylüler konu komşu karşılamaya giderler. Ağa ahaliyi görünce: “"Ben hacı değilim. Asıl hacı Hasan Baba'dır. Bana yemek getirdi, tepsi sıcaktı" diye söyler. Köylüler Hasan Babanın elini öpmek için peşine düşer, Hasan Baba utanıp kaçmaya başlar. Ermiş olduğu ortaya çıkan Hasan Baba’yı köylüler yakalar ve o anda da Hakk’ın rahmetine kavuşur.

 

KEKUŞ MEKUŞ KUŞU

Rivayetlere göre; Bir kız bir erkek olmak üzere iki kardeş varmış. Kız erkek olandan yaşça daha büyükmüş.  Bir gün bu kardeşlerin anneleri ölür. Babaları başka bir kadınla evlenir. Üvey anneleri çok acımasızmış. Bu kardeşleri hiç sevmiyor, evde istemiyormuş. Bu yüzden her gün dövüyormuş onları. Her gün dayak yemekten perişan olan kardeşlerden küçük olanı daha çok dayak yiyormuş. Bu duruma abla yüreği dayanamaz ve dua eder Allah’a : “Allah'ım bizi ya taş et ya da kuş”

Bu esnada Allah’ın taktiri ile küçük kardeşi kuş olur ve açık olan kapıdan uçarak dışarıdaki ağacın dalına konar. Abla o anda telaşlanır kardeşin uçup gitmesinden korkar. Küçük bir taş atar daldaki kuşa. Taş kuşa değer ve kuş oracıkta ölür. Bu duruma çok üzülen Abla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar ve “"Kim öldürdü? Ben öldürdüm! Kekuş ... mekuş" şeklinde ağıt yakar. Allah onu da oracıkta kuş yapar.

MURAT İLE FIRAT

Murat ve Fırat nehirlerinin ayrıldığı yerde iki köy varmış. Murat'ın ucunda bir köy, Fırat'ın ucunda diğer köy. Ama ne yazık ki, bu köylerdeki insanların ezelî bir düşmanlığı varmış. İnsanlar ürünlerini satmak için kasabaya gitmek, bunun için de sandallarla nehirden geçmek zorunda imişler.

            Bir gün yine ürünlerini satmak için kasabaya inerken Murat Köyü'ndeki ağanın oğlunun gönlü, Fırat'taki köylü kızma düşmüş. Bu iki gencin sevdaları dillere destan olmuş. Fakat aralarındaki düşmanlık sebebiyle asla kavuşamayacaklarını kendileri de biliyorlarmış.

            Bu iki genç; birbirlerini görebilmek için delikanlı Murat Nehrinden, kız ise Fırat Nehrinden sandalla gelip, Murat ile Fırat nehirlerinin birleştiği noktada görüşüyorlarmış. Kızın ailesi, bu sevdayı duyunca onu zorla bir başkasına vermişler.

            Düğünün olacağı gün, genç kız teli duvağı ile sandala biner ve Murat'a doğru yol alır. Buluştukları yere gelince suyun akıntısına kapılıp ölür.

            Delikanlı buluşma yerine geldiğinde kızın duvağını görür. Sevdiğinin başına gelenleri anlamıştır. Kendisi de sevdiği ile her gün buluştukları yerden, suya atlar ve insanların ayırdığı sevdalıları, Fırat'ın deli suları bir araya getirir.

           

PERİ KIZI

Rivayetlere göre: delikanlının biri köyünde oturmuş dertli dertli kaval çalıyormuş. Köyde kümbet denilen ziyaret yerindeki sakız ağacının altından bir kızı fark etmiş. Delikanlı kaval çaldıkça kız da yavaş yavaş delikanlıya doğru yaklaşıyormuş.

O günden sonra delikanlı her gün kaval çalmaya gidiyormuş ve kızı her gün görüyormuş. Her geçen gün kız delikanlıya daha fazla yaklaşmaya başlamış. Bu yaklaşmalar sonuncunda bir gün kız tamamen delikanlının yanına gelmiş, kendisinden ve bu buluşmalardan kimseye bahsetmemesini söylemiş.

            Bir gün delikanlı köyde arkadaşları ile muhabbet ederken, arkadaşları her gün nereye ve neden gittiğini sormuşlar. Delikanlı söylememiş ve arkadaşları çok ısrar edince söylemek zorunda kalmış olup biteni. Delikanlının anlattıklarına arkadaşları inanmamışlar. Ama acaba “doğru mu diyor yalan mı diyor” anlamak için delikanlıyı gizlice takip ederler. Delikanlı her zamanki yerine gelir ve kavalını çalmaya başlar. Bir süre sonra da kız ortaya çıkar. Arkadaşları olup bitenlere çok şaşırır ve hayretler içinde kalırlar. Delikanlı arkadaşlarının kendisini izlediklerinden habersizmiş. Ertesi gün Delikanlı elinde kavalı ile tekrar buluşma yerine gider kavalını çalar çalar ama kız gelmez. Bunun üzerine delikanlı ziyaret yerindeki sakız ağacının altına bakar ve her tarafın kan olduğunu görür. Delikanlı sevgilisi perinin diğer periler tarafından öldürüldüğünü anlar.

ŞAKİR İLE ZAKİR

Şakir ve Zakir adında iki oğlu olan bir evliya varmış. Bu çocuklardan Şakir gece gündüz ibadet eder, alnı secdeden kalkmazmış. Zakir ise tam tersi gece gündüz meyhaneden çıkmazmış. Bir gün babası Zakir’e bakmak için meyhaneye gider, Zakir bir yandan içiyor bir yandan da “Allah” diyormuş; zil zurna sarhoş, gözünün önünü bile göremiyormuş.

Zakir’in Babası meyhaneciye oğlunun hesabını öder ve sessizce oradan ayrılır. Zakir gece geç vakitte meyhaneden kalkar hesabı ister, meyhaneci hesabın babası tarafından ödendiğini söyler. Babasının onu bu halde görmesine çok üzülür. Ama Zakir içmekten yine vazgeçmez her gece meyhaneye gitmeye devam eder.

            Mübarek bir geceden Kırklar ibadet için aralarına birini alacaklarmış. Bu durumdan haberdar olan Evliya bu işe en uygun kişinin oğlu Şakir olduğunu düşünmüş ve oğlu Şakir’i Kırklara katmak için gece yarısı bir uçurum kenarına getirir.          Kırklar bu uçurum kenarından uçarak geçerken Babası Şakir’e uçurumdan kendisini boşluğa bırakmasını ve Kırklar kafilesine katılmasını istemiş ama Şakir kendini boşluğa bırakmaya cesaret edememiş.

O sırada Zakir Babası ve Kardeşini uçurum kenarında görür, ayakta duramayacak kadar sarhoş olan Zakir sallana sallana Babasının yanına gelir. Babasının yanında uçurum kenarına gelen Zakir “Allah” diyerek kendini uçurumdan boşluğa bırakır. O esnada oradan geçen Kırklara karışır ve kaybolur.

Babası bu hadise üzerine oğlu Şakir’e:

“Harabat ehline hor bakma Şakir

"Defineye malik viraneler var” demiş.

           

 

HARPUT EFSANELERİ

AHMET BEY EFSANESİ

Ahmet Bey Camii Harput’un Ahmet Bey mahallesindedir. İnanışlara göre; Ahmet Bey Camiinin minaresinde çıngıraklı bir kedinin olduğudur. Kim bu kediyi görürse ya kör olur yada ölürmüş. Bu kedi genelde boy abdestsiz (gusülsüz) minareye çıkanlara görünüyormuş. Minareye çıkanlar kedinin çıngırağını duyuyorlarmış. Caminin Müezzini Hayrettin bir gün Caminin Minaresine çıkarken çıngıraklı kediyi görür ve aklını kaybeder. O günden sonra adı “Deli Hayro” kalır. Bu olaydan sonra kimse bu caminin minaresine çıkmaz ve bu camide müezzin olmaya cesaret edemez. Aradan uzun bir süre müezzinsiz kalan camiye anadan doğma kör (âmâ) olan Hafız Kör Musto Müezzin olur ve uzun yıllar da müezzinlik yapar.


ANKUZU BABA

Ankuzu Baba Türbesi Harput’ta yüksek bir tepe üzerindedir. Rivayetlere göre; Ankuzu Baba Harput’u düşmanlara karşı savunurken yaralanır. Yaralı halde bugün türbesinin bulunduğu tepeye doğru geri çekilir. Tepeye doğru geri çekilirken atının ayak izleri ve Ankuzu Babanın akan kanlarının izleri kalır bu tepede. Bugün Ankuzu Baba Türbesine çıkarken kayalıklarda bulunan kırmızı renkteki kayaların Ankuzu Babanın akan kanları olduğu söylenmektedir.

ARAP BABA

Rivayetlere göre; Arap Baba Türbesinde bulunan, başı gövdesinden kesik, çürümemiş bedeniyle ilgili yörede birçok hadise anlatılmaktadır. Arap Baba Türbesinde yatan zatın kim olduğu tam olarak bilinmez. Bazı kaynaklara göre, Arabistan’dan gelmiş bir çoban bazı kaynaklarda Harput’u savunan bir komutan olduğu yönündedir. Halk arasındaki en yaygın inanış şu şekildedir:

Zamanında Harput’ta büyük bir kuraklık olur. Bu kuraklıktan dolayı herkes perişan olmuş. Ağaçlar kurumaya başlamış. İnsanlar kuraklık yüzünden yağmur duasına her gün çıkıyorlarmış, ne yapsalar nafile kuraklık bir türlü gitmiyor yağmurlar yağmıyormuş.

Harput’ta yaşayan Selvi adında ki yaşlı bir kadın bir gün rüyasında Arap Baba’nın başının ölü bedeninden kendisi tarafından koparılıp dereye atılırsa yağmurların yağacağını görmüş. Korktuğu için gördüğü bu rüyayı ilk başlarda kimseye anlatmamış. Sonra gördüğü rüyayı komşularına bir gün anlatmış ve kısa sürede tüm Harput duymuş ve ahalinin diline dolanmış.              

Kuraklıktan kıvranan ve çaresiz olan insanlar Selvi Nine’yi rüyasındaki gibi Arap Baba’nın başını kesmesi için ikna etmeye çalışırlar. Selvi Nine bunu kabul etmez. Bir gece ahali toplanır ve Selvi Nine’nin evini taşlarlar. Sabah olunca çaresiz ve korku ile Arap Baba’nın türbesine gider ve cesedin başını keser, dereye atar. Ondan sonra yağmurlar yağmaya başlar. Günlerce aralıksız ve şiddetli yağan yağmurlar felakete neden olmaya başlar. Öyle ki dereler taşar, seller olur.

Selvi Nine bir gece rüyasında Arap Baba’yı görür. Arap Baba : “ Kesik başını dereden alıp bedenine koymasını, yoksa yağmurların dinmeyeceğini, kendisinin de perişan olacağını” söyler. Yaşlı kadın sabah korkuyla uyanır uyanmaz hemen dereye gider, dere kenarında kesik başı görür ve türbeye götürür. Kesik başı sandukada yerine yerleştirir. Yağmurlar diner, her şey eski haline döner.


BÜYÜK MAZLUM HOCA

Büyük Mazlum Hoca Harput’ta yetişmiş büyük âlimlerden biridir. Kerametlerinden biri şu şekilde anlatılır. Mazlum Hoca hacca gitmek için yola çıkar. Uzun süren bir yolculuktan sonra Şam’a kavuşur. Şam’da bulunduğu gece Hz. Yahya camisine gider, caminin imamı gelmediği için kendisi imamete geçer. Bu esnada cemaat yabancı birinin imamete geçmesinden dolayı söylenmeye başlar. Mazlum hoca namazı kıldırmaya başlar, namazda Meryem süresinin 11. Ayetini okuduğu esnada camii şiddetli bir şekilde sallanmaya başlar. Bu sarsıntı sûre bitinceye kadar da devam eder. Cemaat bu hadiseden dolayı yaptığı hatayı anlayarak namazdan sonra Mazlum Hocadan af diler, elini öperler.


ÇAPAKÇURLU ŞEYH VE ASKER

Çapakçurlu Şeyh'in türbesi Ulu Camiin bahçesinde bulunur. Şeyh hastalanıp yatağa düştüğü bir gün Şeyh’in kızı bir ara odaya girer. Babasının bir güvercinle konuştuğunu görür. Kızının kendisini gördüğünü fark eden Şeyh güvercine : “ Sırrımız anlaşıldı” diye fısıldar. Güvercin uçup gider. Şeyh Kızına döner : “ Kırklardandı” der. Kısa bir süre sonra da hakkın rahmetine kavuşur.

ÇAYDA ÇIRA EFSANESİ

İlimize mal olmuş çayda çıra (mumlu dans) ile ilgili birçok hikaye anlatılır. Bunların en çok anlatılanlarından üç efsaneyi kısaca özetleyecek olursak;

 

Birinci Efsane;  Elazığ’da bir çayın iki kıyısında birer aşiret yaşarmış. Bu aşiretten iki genç birbirlerini çok sever.. Kız geceleri çayın kenarına gelip çıra (mum) yakarmış. Gençte Muma doğru yüzerek kıyıyı geçer kızla görüşürlermiş. Gençlerin bu gizli saklı buluşmasını  kızın babası öğrenir. Ve bir gece kızın babası kızın yaktığı mumu söndürür. Suyun tam ortasında kalan genç yolunu bulamaz ve yorgunluktan kendini sulara bırakır ve boğulur. Mumun söndüğünü fark eden genç kız, sevgilisinin karaya çıkamadığını anlar, o da kendini çayın derin sularına bırakır. Gençlerin ortadan kaybolması üzerine köylüler meşaleler yakarak çayın kıyısında ve suyun içinde gençleri aramaya başlarlar. Bu hadisede çayda meşale ile gençlerin aranmasından çayda çıra oyununun doğduğu söylenmektedir.

 

İkinci Efsane;  Köyün birinde köyün ileri gelenlerinden biri oğlunu evlendirir. Düğün başlar, günlerce eğlence yapılır, yemekler yiyilir, çalgılar çalınır. Düğünün son gününe kadar herşey çok güzel bir şekilde gider. Düğünün son günü ay tutulması olur, yöre halkı tarafından bu durum hayra alamet sayılmaz. Uğursuzluk olarak gördükleri için davetlilerde bir tedirginlik başlar. Bu durumu geçiştirmek ve insanları sakinleştirmek isteyen Damadın annesi Pembe Ana ne kadar mum varsa toplar, tabaklara koyar mumları. Düğündeki insanların eline verir tabaktaki mumları. Sonra Pembe Ana mumları yakar ve başlar oynamaya, halay oluşturulur. Zifiri karanlıkta her yer aydınlanır, mumların ışığı suya yansır, çalgıcılarda hareketlere uygun ritimlerle müzik çalmaya başlar. Böylece çayda çıra oyunu ortaya çıktığı söylenir.

Üçüncü Efsane; Zamanında Türk boyunun biri, Harput yöresine gelir ve yerleşir. Boy beyinin oğlu Harput’ta bulunan başka bir boydan bir kıza âşık olur. Bu iki boy arasında bir çay geçiyormuş. Bu iki genç gizliden gizliye buluşmaya başlarlar. Bu gençleri aşkları duyulur. Erkek tarafı kızı ailesinden isterler. Kız tarafı iki boy arasında dostluk bağı oluşsun diye kızı verirler. Kırk gün kırk gece düğün yapılır. Düğün alayı gelini alıp, çaydan geçerken kız atından çayın sularına düşer ve azgın sularda kaybolur. Gece gündüz kız aranır ama bulunmaz. Damat aramalar esnasında ağlar ve şu ağıtları yakar:

Çayda çıra yanıyor

Humar göz uyanıyor
Fitil çifte yara bir
Yürek mi dayanıyor.

Çayda çıra geline
Kına yakın eline
Nazar değmesin sakın
Has behçenin gülüne.

Çayda çıra yakarım
Yar yoluna bakarım
Bir yüz görümlüğüne
Beşibirlik takarım

Çayda çıralarım var
Gizli yaralarım var
Eller al yeşil giymiş
Benim karalarım var.

Çayda çıra yanıyor
Engeller uyanıyor
Çözme tabip yaramı
Alkana bulanıyor

Çayda çıra yüz çıra
Yanıyor sıra sıra
Yarim keklik ben şahin
Giderim ardı sıra.

Çayda çıra yanıyor
Ay tutulmuş sanıyor
Yavaş yürü usul bas
Engeller uyanıyor.

Çayda çıralar yakın
Çıkın yoluna bakın
Hak nazardan saklasın
Nazar değmesin sakın

Çayda çıralar yine
Yandılar döne döne
Bahtılı çıra seni

Ayda yılda bir güne

 

DAĞİSTANLI HOCA

Dağıstanlı Hoca Harput’ta yetişen ilim sahiplerinden biriymiş. Sara Hatun Camii yapılırken Caminin sütunları Körpe köyünden kağnı arabaları ile getiriliyormuş. Kağnı arabalarını çeken Mandalar Harput’un dik yokuşuna gelince kağnıları çekememişler. Bunun üzerine Dağıstanlı Hocaya haber verilir, hoca gelir kağnıların başına. Hoca, mandaların yüzünü okşar, gözlerini öper, dualar okur ve mandalar bir anda Harput’un dik yokuşunu çıkıvermişler.

Yine anlatılanlara göre, Dağıstanlı Hoca Aksaray Semti civarında bir sohbette iken, Hoca’ya sorarlar: “Hocam, cuma namazını burada mı yoksa Harput' ta mı kılacaksınız?” Namaza on beş dakika kalmıştır.

Hoca: “Harput’ta namaz kılacağım” diye cevap verir. O zamanın şartlarında Harput’ta çıkmak en az 2 saat sürer ve bu duruma anlam veremeyen cemaat,  en az 10 km’lik yol, Cuma Namazına nasıl yetişecek hoca, diye düşünmeye başlarlar. Hoca yanlarından ayrılır, 3-5 dakika geçmişti ki hocanın nerde olduğunu görmek için dürbünle bakarlar ki hoca Aslan Dağının yokuşunu tırmanmaktadır.


DELİ MUSTAFA

Zamanında Deli Mustafa adında biri yaşarmış. Deli olduğu için bazen çıplak gezer,

bazen de garip tavırları ile dikkat çeken Deli Mustafa hakkında birçok hadise anlatılmaktadır.

Harput’ta bir kişi hacca gitmek için yola koyulur, günlerce süren yolculuğun ardından hacca kavuşur. Kâbe’de tavaf yaparken biriyle tanışır. Kendisinin Harputlu olduğunu söyler. Tanıştığı kişi bunun üzerine “Deli Mustafa ya selam söyle” der. Hac vazifesi bitince Harput’a geri döner. Hac dönüşü evde herkes gibi Deli Mustafa ‘da adamı görmeye gelir. Oturulur, konuşulur, kalkma vakti gelince Deli Mustafa adama döner : “Hacı, bizim selâmımızı unuttun” der. Hacı, mahcup ve deliyi ciddiye almamanın verdiği utançla selâmı iletir ve onun ermiş bir kişi olduğunu anlar.

 

DELİ MUSTAFA VE BEYZADE HOCA

Deli Mustafa bir gün sokakta çıplak geziyormuş. Deli Mustafa’yı bu halde gören Beyzade Hoca kızgınlıkla bağırır : “Mustafa bu ne hâl, çabuk git üzerini giy!”. Mustafa Beyzade Hocanın kendisine kızmasının verdiği utançla ayrılır.

Beyzade Hoca akşam rüyasında Peygamber Efendimizi görür, Peygamber Efendimiz Hoca’ya: “Mustafa’ya karışma’ der.

Beyzade Hoca: “Ya Resulallah, ya şeriatı kaldır, ya Mustafa'yı giydir” diye cevap verir.

Beyzade Hoca sabah Harput’ta gezerken Mustafa’yı görür yine, bu sefer Mustafa elbisesini giymiştir. Bunun üzerine Beyzade Hoca memnun bir şekilde : “Aferin Mustafa, bak ne iyi olmuş.” der.

Mustafa kırılgan bir şekilde Hoca’ya döner: “Baba boş ver, sana Resulallah bile söz anlatamadı” diye cevap verir ve uzaklaşır.


DELİ MUSTAFA’NIN YAĞMUR DUASI

Yıllar önce Harput' ta büyük bir kuraklık olmuş. Bunun üzerine insanlar yağmur duasına çıkmaya karar verirler. Yağmur duasına Mustafa’yı da çağırırlar.

Mustafa: “Bir torba ceviz, yağ ve ekmek alırsanız gelirim” diye cevap vermiş.

Bir anlam verememelerine rağmen Mustafa’nın dediklerini alılar ve Meteris tepeliğine giderler. Duaya başlanır, bu esnada Deli Mustafa ekmeğini tereyağına batırıp yerken bir yandan da : “Yağdır ha yağdır! Yağdır ha yağdır” diye tekrar ediyormuş kendi kendine.

Çok geçmeden bir yağmur yağmaya başlar, dua edenler sağa sola kaçışır hemen. Seller her tarafı kaplamaya başlar. Her yer göl olur. Mustafa, bu sefer cevizleri avuç avuç alıp etrafa saçarak : “Yağma dur ha yağma dur! Yağma dur ha yağma dur!” diye bağırmaya başlar. Bir süre sonra yağmur dinmeye başlamış.


EJDERHA TAŞI

Rivayetlere göre: Bir Ejderha ve yanındaki iki yavrusu Harput’a doğru yürüyorlarmış, halk panikler, Harput’u yutacaklar diye korkmaya başlarlar. Zamanının âlimleri, Allah dostları Süt Kalesinin mescidine çıkmışlar. Hep birlikte namaz kılıp, halkla birlikte dua, canavara beddua etmişler : “Canavar olduğu yerde kalsın, Harput'u yutmasın” Allah tarafından dualar kabul olunur ve Ejderha ve yavruları hemen oracıkta taş kesilirler.

Harput’a sırtı ve başı havaya kalkmış devimsi kara bir taş vardır. Taş toprağa gömülmüş, sırtı, boynu ve ayağı açıkta kalmış, yürüyüş hâlinde bir dev hayvan heykelini andıran, iki yanında da tıpkı kendine benzeyen  ikişer yavruyu andıran bu taş kütlesine halk tarafından "Ejderha Taşı" denilmektedir.


FETH-AHMET BABA

Anlatılanlara göre; Zamanında Ahmet adında Belediyede çalışan biri Feth Ahmet Baba Türbesinin yakınındaki bir bahçede içki sofrası kurar arkadaşları ile içerlermiş. Bir akşam yine içerler. İçkisini Ahmet Türbeye dönerek: “Sen Feth-Ahmet isen, ben de Kara Ahmet'im” der. Demesiyle yüzünde yanmalar olur, Ahmet’in yüzü kapkara olur. Kara Ahmet doktor doktor gezer ama yüzünün karalığı geçmez. Lakabı da halk arasında “Kara Ahmet” olur. Kara Ahmet yaptığı hatanın farkına varır. O günden sonra Türbelere hizmet etmeye başlar. Bir gün mevsimlerden kış, maddi olarak çok sıkışan Kara Ahmet her zamanki gibi Feth Ahmet Türbesini temizlemeye gider. Türbenin önünde atlı bir adamı görür. Adam, Kara Ahmet’e “gel içeri gidelim Kuran okuyalım” der.

Türbenin içine giderler kuran okurlar. Sonra çıkarlar, o esnada Adam elini Kara Ahmet’in cebine sokar, Kara Ahmet ne koyduğunu görmek için o da elini cebine sokar, cebinden 1 mecidiye çıkar. Bu sıkıntı zamanında bu para onun için çok iyi olur. Adam’a teşekkür etmek ister ama Adam ve atı ortadan kaybolmuştur.

 

HARPUT (SÜT) KALESİ

Harput kalesinin bir adı da “Süt Kalesi”dir. Rivayetlere göre; Harput Kalesi inşa edilirken Harput’ta büyük bir kuraklık olur. Kuraklık olmasına rağmen hayvanlarda bolca süt bulunmaktadır. Öyle ki hayvanlardan kalan sütler de dökülürmüş. Devrin hükümdarının emri ile kale yapımında kullanılan harca su yerine süt konulur. Kalenin yıllardır yıkılmadan günümüze ulaşmasının sütten yapılmasına bağlanmaktadır.

Süt Kalesi hakkında halk arasında bazı efsanelerde anlatılmaktadır. Bunlara örnek verecek olursak;

  1. Bir rivayete göre; Kale içinde birçok su dehlizi bulunmaktadır. Bu su dehlizlerinden birinde ince bir kılla asılı olan bir güğüm bulunduğu, bu güğüm düşünceye kadarda kalenin yıkılmayacağıdır.

  2. Bir başka rivayete de göre de; Kalede bulunan dehlizlerin birinde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu dehlizde bulunan altın, gümüş, elmaslarla dolu hazinenin üstünde bulunan taht üzerinde yatarmış devamlı. Bu güzel kız yılda bir kez uyanırmış ve sorarmış: “Süt Kalesi yıkıldı mı? Dere Hamamı yıkıldı mı?, Katır kuzuladı mı? Sonra tekrar uyurmuş. Harput’ta yaşayan bazı insanların bu kızın sesini duyduklarını söylemektedirler.  Güzel kızın söylediği şeylerin gerçekleşmesi durumunda kıyametin kopacağına inanılır.

  3. Başka bir rivayette; Kalenin içinde Cınıvız yattığı, bu Cınıvız’ın Kale kadar uzun olduğu, üzerinde komutan elbisesi, başında miğfer, sırtında zırh olduğudur. Bu adam (Cınıvız) yılda bir kez uyanır, başını kaldırır ve sorarmış : “Dünya’nın sonu geldi mi?” Etrafına bakar insanlar dolaşıyor, sözüne cevap veren olmayınca tekrar yattığıdır.

Cınıvız : Cenevizli

 

KANLI GÖL

Şüşnaz nahiyesindeki “Kanlı Göl” hakkında birçok efsane anlatılır. Bir rivayete göre; Köye gelen yabancı bir adamın üstü kapalı bu gölü görmeyip, içine düşmesi sonucu boğulduğu ve bu yüzden “Kanlı Göl” denildiğidir.

Başka bir rivayete göre de; Çok güzel bir kız yaşarmış burada. Bir delikanlıyı severmiş. Ailesi kızı sevdiği delikanlıya vermeyip, Şüşnaz’ın zengin ailelerinden birinin oğluna vermiş. Genç Kız sevdiğine kavuşamadığı için düğün vakti bir taraftan ağlayıp bir taraftan beddualar ediyormuş. O esnada havuz başında bulunan gelini sudan çıkan bir kol gelinin eteklerinden tutup göle çekmiş ve gelin suyun sularında kaybolup gitmiş. Bazı İnsanlar arasında da bu gelinin güzelliğine hayran olan Su Perisinin suyun içine çektiğidir. Bu yüzden “ Kanlı Göl “ denildiğidir. 

 

 

KURŞUNLU CAMİ'NİN SAKALI ŞERİFİ

 Yıllar önce Kurşunlu Camisinde bulunan Sakal-ı Şerif bir bezirgân tarafından çalınır. Bezirgân çaldığı Sakal-ı Şerifi Afganistan’a götürür ve Afgan kralına para karşılığında satar. Afgan Kralı bu kutsal emaneti Camilerden birine hediye eder. Ulu Caminin İmam’ı çalınan Sakal-ı Şerif için çok üzülür ve kendini mesul tutar. Öyle ki ağlamaktan gözleri kör olur.

Peygamber Efendimiz, Afgan Kralının rüyasına girer : “Yeter ağlattığın! Sakal-ı Şerifi gönder yerine. O emanet Harput' ta Kurşunlu Cami'den çalındı” der.

            Afgan Kralı gördüğü rüyanın etkisinde çok kalır ve hemen İstanbul’a devrin padişahına haber gönderir ve gördüğü rüyanın aslının araştırılmasını ister. Padişahın talimatıyla araştırma yapılır ve Kurşunlu Camiden Sakalı Şerifin çalındığı tespit edilir. Afgan Kralına haber gönderilir ve rüyasının aslının olduğu ve kutsal emanetin Kurşunlu Camiden çalındığı bildirilir. Bunun üzerine Afgan Kralı kutsal emaneti Kurşunlu Camiye hemen gönderir.


OZAN GÖLÜ

Rivayetlere göre: Harput’ta bulunan buzluk mağarasının derinliklerinde bir göl olduğudur. Bir gün Harput’ta bulunan kadınlar Buzluk mağarasına giderler, içlerinde bulunan bir gelin mağaranın en dibinde olduğu söylenen göle kadar iner, gölün kenarındayken ayağı kayar ve gölün içine düşer. Diğer kadınların kurtarmak için gösterdiği çabalar bir işe yaramaz. Bir süre sonra gelinin kınalı parmağı Ozan Gölünden çıkar. Suya düşen gelinin kocası her gün bu göle gelir ağıtlar yakar, saz çalarmış. Zamanla diğer şairlerde bu göle gelip ağıt ve saz çalmaya başladığı için bu göle “Ozan Gölü” denilmiştir.

 

OZAN GÖLÜ’NÜN PERİSİ

Ozan Gölü'ne adını veren, ismi bilinmeyen Ozan, bir peri kızına âşık olur. Bir gün Perinin Buzluk Mağarasına girdiğini görür. Peşinden koşar, tutmak ister. Buzluk mağarasının her yerini arar ama bulamaz. Ozan tam umudunu kesmişken peri kızının gölde yıkandığını görür, onu yakalamak için koşar. Bunu fark eden kız göle atlar kaybolur. Ozan da kızın peşine kendini suya atar ve bir daha geri çıkamaz. Ozan’dan alındığı sanılan şu dörtlük dillerden dillere dolanmıştır yıllarca:

Gerçek âşık olanların

Yüreciği yanar olur,

Her canipten suriş ile

Şavkı odur kanar olur


SARA HATUN CAMİİ

Harput’ta eski camilerinden biri de Sara Hatun Camisidir. Bu Camii Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun tarafından yaptırılmıştır. Rivayetlere göre; Sara Hatun yoksul biriymiş, yün eğirir, iplik yapar, bir küpe istif yaparmış. Sara Hatun bir gün Allah’a el açıp: “Allah'ım, şu küpe yerleştirdiğim yünleri altın eyle! Ben de sana öyle bir cami yaptırayım ki, Müslüman kulların yazda kışta zahmetsiz namaz kılsınlar, varsın senin kitabını öğrensinler” diye gönülden dua eder. Yüce Allah Sara Hatunun bu dileğini kabul eder ve küpteki iplikleri altına çevirir. Sara Hatun bu altınlarla Sara Hatun Camisini yapar hemen. Geri kalan altınlara el sürmez. Söylenen kalan altınları Caminin tavanlarını tutan direklerin birinin altına koyar.  Caminin bir gün yıkıldığında tekrar inşa edilmesi için koyduğu söylenmektedir. 


ULU CAMİÎ MİNARESİ VE KARADUT AĞACI

Harput’un ve Anadolu’nun en eski Camilerinden biri olan Harput Ulu Camii Minaresinin eğri oluşuyla meşhurdur. Ulu Camii minaresinin ve Bahçesindeki dut ağacının eğri oluşu ile ilgili halk arasında bir efsane anlatılmaktadır. Rivayete göre;

İki arkadaş bir kandil gecesi Ulu Caminin bahçesinde oturuyorlarmış. İki Arkadaştan biri “ mihrabın önünde bulunan dut ağacının eğilip kalktığını, secde ettiğini; diğeri ise; Caminin minaresinin eğilip kalktığını, secde ettiğini görürler. İkisi de gördükleri karşısında hayrete düşerek oradan uzaklaşırlar. O günden sonra minare ve dut ağacı eğik durumda dururlar.

AĞIN YÖRESİ EFSANELERİ

GENÇ OSMAN EFSANESİ

Rivayetlere göre; Osmanlılar zamanında gerçekleşmiş bir olaydır. Zamanında Elazığ Ağın ilçesine koyun sürüleri ile bir aile gelir yerleşir. Aile reisinin köy ahalisinin yanına koyunları ile geldiği için “Koyun Ağa” lakabı takılır. Koyun Ağa eşi Hesna Hatun’la evliliğinden Osman adında bir çocukları olur.

            Osman çevresinde cesur, gözü kara ve sevilen bir delikanlıymış. Gençliğinin en dolu olduğu zamanlarda IV. Murat’ın Bağdat seferine çıktığı ve eli silah tutanların orduya alınacağı padişah fermanıyla her yere duyurulur. Bunu duyan Osman Osmanlı ordusuna katılmak ister ve orduya katılmak için gittiğinde askerler tarafından “ Senin daha bıyıkların bile terlememiş” diyerek askere alınmaz.

Genç Osman bu duruma çok üzülür. IV. Muradın muhafızlarının engellemelerine ve uyarılarına rağmen Padişah IV. Murat’ın huzuruna çıkar ve padişaha dileğini anlatır. IV. Muratta Çocuk yaşta olduğu için Osman’ı orduya almak istemez. Bunun üzerine padişahın huzurunda cebinden çıkardığı tarağı dudaklarına saplayarak, yiğitlik ve cesaretin sakal ve bıyıkla olmayacağını söyler. Bunun üzerine IV. Murat Osman’ın orduya katılmasına izin verir. Bağdat kuşatmasında büyük kahramanlıklar gösterir. Savaş meydanında başı kesilen Osman kellesi koltuğunda 3 gün boyunca savaştıktan sonra şehit düşer.  Bu kahramanlığından dolayı halk arasında “Genç Osman” olarak dilden dile yayılır. Seferden sonra IV. Murat Genç Osman’ın ailesi ile yakından ilgilenir.


GENÇ OSMAN DESTANI


Bağdat 'a girilmez tozdan dumandan.
Her ana doğurmaz böyle bir aslan
Kelle koltuğunda geliyor aslan
Allah Allah deyip geçti Genç Osman.

Bağdat'ın kapısını Genç Osman açtı
Cümle kâfirler tedbirin şaştı

Kelle koltuğunda üç gün savaştı

Şehitlere serdar oldu Genç Osman

 

 

ALACAKAYA YÖRESİ EFSANELERİ

 

TAŞ KESİLEN ÇOBAN VE SÜRÜSÜ

Elazığ Alacakaya İlçesi Çakmakkaya köyünde zamanında bir çoban yaşarmış. Rivayetlere göre; Çoban bir gün sürüsünü dağda otlatırken, yeni doğum yapmış bir kadın çocuğunun aç olduğunu ve çocuğuna içirmek için çobandan süt ister. Çoban kadına süt vermez ve kadına süt istediği için de kızar. Bu duruma kızan Kadın da Çoban’a “İnşallah sürünle birlikte taş ve ağaç olursun” diye beddua eder. Allah tarafından kadının bedduasının kabul olduğu, çoban ve sürüsünün oracıkta taş ve ağaç olduğu söylenir.


BASKİL YÖRESİ EFSANELERİ

HASAN BABA, MARİF BABA, HIDIR BABA – II

Halk arasında; Hasan Baba, Marif Baba. Hıdır Babanın kardeş oldukları ve bunlar hakkında iki efsane anlatılmaktadır.

Bunlardan birincisi; Kardeş olduklarına inanılan Hasan Baba, Marif Baba, Hıdır Baba cuma akşamları köyün yakınlarındaki asırlık bir meşe ağacının altında buluşuyorlarmış. Bu buluşmalarında sohbet ederler, namaz kılarlar ve ayrılırlarmış.  Meşe ağacı bir tarlanın içinde imiş. Öyle ki tarla sahipleri bu 3 evliyanın yüzü hürmetine huzurlu, sağlıklı ve bolluk içinde yaşarlarmış. Bu aile fertleri bir gün tarla içindeki meşe ağacını kesmeye karar verirler. O gece aile fertlerinin en yaşlısı olan Zabite Nine bir rüya görür. Rüyasında: Yeşil sarıklı, yeşil abalı, yaşlı birisi Nine’ye: “Söyle, o meşe ağacını kesmesinler. Orası bizim buluşup konuştuğumuz yer. Ağaç kesilirse aileniz iflah olmaz” der.

Zabite Nine, sabah kalktığında ağacın şimdilik kesilmesinin söz konusu olmadığını duyunca kimseye rüyasını anlatmaz.

Akşam olunca aile fertleri arasında meşe ağacının kesilmesi tekrar konuşulmaya başlanmış. Nine meşe ağacını kesmemeleri için aileyi uyarmış ama kimse Nineyi dinlememiş. O gece yatınca yine bir rüya görmüş. Rüyasında; at üstünde, yeşiller içinde, biraz daha genç birisi gelir. Nineye: “ O ağacı kesmesinler. Ağabeyimin sözünü tutmadınız, beni dinleyin. Yoksa ocağınız söner” der.

Zabite Nine sabah olur olmaz aile fertlerine meşe ağacını kesmemelerini söyler ama kimse onu dinlemez.

Gece olunca Nine rüyasında bu sefer pek genç yaşta birini görür rüyasında. Bu genç yeşil abalı ve yeşil sarıklı biriymiş. Nineye: “ İki ağabeyimi de dinlemediniz. Bari beni dinleyin de kesmeyin o ağacı. Bizi birbirimizi görmekten mahrum bırakmayın sonu, size felâket getirir” der.

Yaşlı Nine, "siz kimsiniz?" diye sorar, o zaman genç adam: “İlk gördüğün Hasan Baba'ydı, ikinci gördüğün Marif Baba'ydı, ben de Hıdır Baba'yım" demiş ve kaybolmuş.

Zabite Nine ne kadar direnmişse de tarladaki meşe ağacının kesilmesine engel olamamış. Meşe ağacı kesildikten sonra birkaç ay sonra kocası vefat eder. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra kayın biraderi, daha sonra diğer yakını ölür.

Rivayet edilen şu ki; bu ölümlerin nedeni o meşe ağacının kesilmesinden sonra yatırların gazabına uğrandığıdır.

İkinci efsanede ise: Elazığ Baskil İlçesinde Hasan Baba, Marif Baba ve Hıdır Babanın ziyaretleri bulunmaktadır. Eski dönemlerde düşmanlar bu yöreyi ele geçirmişlerdir. Düşman askerleri buradaki halka eziyet ediyorlarmış.

Halk yapılan bu zulümlere karşı gelmek için toplanır ve savaşmaya karar verirler. Bunların içine üç ermiş kişi de dahil olmuştur. Bu kişilerin Hasan Baba, Marif Baba ve Hıdır Baba adındaki kardeşler olduğu halk arasında söylenir. Bu ermişler düşmanla savaşırken ilk önce Hasan Baba şehit olmuş, diğer iki kardeşten Marif Baba, kuzeybatıya, Hıdır Baba, güneybatı yönünde savaşmışlar. Bu mücadele esnasında önce Marif  Baba şehit olur, ertesi gün de Hıdır Baba şehit olur. Rivayetlere göre bu üç zatın şehit oldukları yere nur düşer. Bölge halkı bu zatları şehit düştüğü yerlere gömer ve türbelerini yaparlar. Halk dilekler dilemek için, adaklar adamak için bu türbeleri ziyaret ederlermiş.

            Savaş esnasında üç erende bir gün aralıklarla şehit düşer. Hasan Baba Çarşamba günü şehit olduğundan, çarşamba günleri; Marif Baba Perşembe günü şehit olduğundan, perşembe; Hıdır Baba, Cuma günü şehit olduğundan cuma günleri ziyaret edilir.

KEBAN YÖRESİ EFSANELERİ

NALLI ZİYARET EFSANESİ:

Keban merkezde, bugün ki Değirmenbaşı Mahallesinin üst tarafındaki tepede bulunan kayanın içindeki oyuk ve kayanın üzerindeki nal biçimindeki oyuğun olduğu yere “Nallı Ziyaret” denmektedir. Rivayete göre Hz. Ali (r.a.), bir savaş sırasında atını o kadar hızlı bir şekilde sürmüş ki, atının bir ayağı Seftil Dağında, diğer ayağı da Nallı Ziyaret tepesinin bulunduğu kayanın üzerinde kalmıştır. Bu kayanın üzerinde Düldül’ün ayak izi belirdiği için halk arasında kutsal kabul edilen bir yer olmuştur. Burayı ziyarete gelenler, oyuk içindeki tırtıllı yere ufak taşları dilek diledikten sonra yapıştırmaya çalışırlar. Eğer taşlar yapışırsa dileklerin kabul edileceğine inanırlar. Kimi rivayetlere göre de Nallı ziyaret olarak bilinen yerin çok eskiden bir kale olduğu yönündedir. Herhangi bir mezar veya Türbe mevcut değildir.

TAŞ OLAN KADIN EFSANESİ:

Rivayet edilene göre çok eski zamanlarsa Keban’ın güney kısmında bir çay bulunmaktadır. Bahar aylarında karların erimesiyle bu çaydan seller akarmış, öyle ki bu çaydan karşıdan karşıya geçilemezmiş.

Bir sabah çocuğuyla birlikte hayvanlarını çaydan karşıya geçirmek isteyen bir kadın azgın sulardan tüm çabasına rağmen karşıya geçemez. Bunun üzerine Allah’a dua eder : “Allah’ım bize acı ve merhamet et. Bana acımıyorsan kucağımdaki çocuğuma acı. Bu seli durdur. Eğer merhamet eder bu seli durdurursan, karşıya geçersem bu fakir halimle koyunlarımdan birini sana kurban keseceğim ” der.

Bir süre sonra yağışlar durur ve yavaş yavaş çayın suyu da durulur. Kadın çocuğu ve koyunları rahatlıkla çaydan karşıya geçerler. Bir süre sonra kadın vermiş olduğu sözü hatırlar : “Allah’ım seli durdurursan, karşıya geçersem koyunlarımdan birini sana kurban kesecem” diye adakta bulunmuştum. Kadın saçlarının arasında bir biti yakalar ve öldürür ve işte sana Kurban der ve yoluna devam eder. O esnada Allahın gazabına uğrayarak taş kesilir.

 


PİR HASAN ZERRAKİ EFSANESİ:

 

Pir (Seyyid) Hasan Zerraki, Keban ilçesine bağlı Gökbelen Köyü sınırları içerisinde bulunan Ziyaret Dağının tepe kısmındadır. Burada bulunan Türbeden dolayı Ziyaret Dağı veya Pir Hasan Dağı denilmektedir.

Rivayetlere göre; Şeyh Hasan Zerraki, Şam’da ikamet etmekte iken göç ederek Mardin’e geldiği, Mardin’de ilim ve ibadetle meşgul olduğu ve kerametler göstererek kısa sürede ününün bütün bölgeye yayıldığı ve etrafına seçkin insanların, halkın toplanıp kendisine mürit olduğu rivayet edilir. Zamanındaki Mardin hükümdarı, Şeyh Hasan Zerraki’nin bu yükselişinden rahatsızlık duymuş ve kendi hükümdarlığına zarar getirir endişesiyle, tabanı suyla dolu, içinden çıkılması zor bir zindana attırmıştır. Zindan bekçisi Şeyh Hasan Zerraki’nin bir gün zindanın bahçesindeki çeşmede abdest aldığını ve namaz kıldığını görünce içine bir korku düşmüştür. Zindan bekçisi olayı ilgililere anlatır. Hükümdar başta bu olaya inanmak istemez. Daha sonra Şeyhin namaz kıldığı camide, kendiside namaz kılarken görmüş; kendisine yaklaşıp konuşmak istemiş ama Şeyh ortadan kaybolmuştur. Şeyhi uzun süre takibe alan hükümdar, Şeyhin zindandan kaçarak değil de, zindana inen güneş ışıklarının huzmesiyle girip çıktığını, bir sabah kendisi müşahede etmiştir. Zindandaki kişinin hakikaten evliya olduğu anlaşılınca hükümdar Şeyhten af dileyerek kendisine hürmet gösterir.

TAŞKESEN EFSANESİ:

Rivayetlere göre; Keban Taşkesen köyü civarların 8-10 zorba yaşarmış. Bu zorbalar çevreden ve civar köylerden haraç toplarmış. Genellikle köylülerden buğday, arda, çavdar gibi tahıl ve tütün ürünleri  toplarlarmış. Toplamış oldukları bu tahılları öğütmek için civarda hiç değirmen yokmuş. Bu zorbalar tahıllarını öğütmek amacıyla civardaki insanları toplayıp değirmen yaptırtmışlar. Değirmen bitmiş bitmesine ama değirmen taşını yapabilecek usta bulamamışlar. Değirmen taşını yaptırmak için usta getirmişler, değirmen taşını yapamayan ustaları da öldürmüşler. Bir gün Taşkesen köyüne gelen bu zorbalar köyden birkaç kişiyi değirmen taşını kesmeleri için alıp götürmüşler. Götürülen bu kişiler değirmen taşını zorlada olsa yapmışlar. Değirmen taşını yaptıkları için bu kişiler serbest bırakılmış, o günden sonrada köyün adı “Taşkesen” olmuştur.

 

GELİN TAŞI - GELİN KAYASI

Rivayetlere göre; eski zamanlarda Hıristiyan ve Müslümanlar arasında bir savaş olmuş, savaş esnasında Hıristiyanlar Müslüman yerleşim yerlerini yağmalıyor, yakıp yıkıyorlardı. Yağmalama esnasında Hıristiyan bir asker Müslüman bir gelini kovalar, gelin Hıristiyan askerin eline düşmemek için kaçmış, bu kovalamaca sonunda gelin bir uçurum kenarına gelir. Hıristiyan askerden kaçacak yeri kalmayan gelin kendini uçurumdan aşağı atar. Asker bakar ki gelin aşağıda ve hiçbir şey olmamış bunun üzerine kendisi de uçurumdan atlar ve ölür.

İnanışlara göre Keban’ın Karkit köyü yakınlarında dağ’a bakıldığında kayalıkların ortasında yeşermiş otlar görülür. Halk arasında efsanenin bu dağda gerçekleştiğine inanılır. Gelin olaydan sonra hiçbir şey olmamış gibi evine gider. Gelinin geçtiği yolların yeşerdiği, dağdaki kayalıkların da “gelin taşı” olarak halk arasında söylenegelir.

 

 

 

HIZIR ALEYHİSSELAM

            Hızır Aleyhiselam ile ilgili iki efsane anlatılır.

Bunlardan birincisi; Zamanında Padişahın biri tüm ülkeye haber salar : “Bana Hızır Aleyhiselamı getirene, kırk yıl altın vereceğim” der. Bu haberi duyan fakir bir adam: “ Padişah’a gidip Hızır Aleyhiselamı bulacağımı söyleyeyim, Hızır Aleyhiselamı bulursam bu fakirlikten kurtulurum” diye kendi kendine düşünmüş. Adam hemen saraya gitmiş ve padişahın huzuruna çıkmış.

Adam: “ Padişahım bana kırk gün süre verin Hızır Aleyhiselamı bulup size getireyim” demiş. Ama kendisi bile Hızır Aleyhiselamı nasıl bulacağını bilmiyormuş. Kendi kendine “ Aman canım saraya gider gelirim” diyerek Hızır Aleyhiselamı aramaya başlamış. Hergün saraya gelerek Padişaha bilgi veriyormuş. Saraya her gelişinde bir çocuk devamlı yanında onunla gelip gidiyormuş. Adam, çocuğun kim olduğunu neden kendisi ile geldiğini sormamış hiç. Gel git derken 40 gün olmuş, adam Hızır Aleyhiselamı bulamamış.

40 günün sonunda Padişah fakir adamı huzuruna çağırır. Vezirleri de padişahın yanındaymış.

Padişah Yaşlı Adama sormuş: “Hızır Aleyhiselamı bulabildin mi?”

Fakir Adam: Mahcup, süzülmüş büzülmüş, korku halinde, üzgün bir halde cevap vermiş: “ Padişahım çok aradım ama bulamadım Hızır Aleyhiselamı”

Bunun üzerine padişah vezirlerine dönerek : “ Bu Adamı ne yapalım diye sormuş?”

Birinci Veziri : “Dibeğe koyup dövelim” diye cevap vermiş.

Yoksul Adamın yanında duran çocuk bunu duyunca: “Aslı hun, nesli hun” demiş ama kimse duymamış.

İkinci Vezir: “ Keselim, parçalayalım etlerini çengele asalım ” diye cevap vermiş.

Çocuk sessizce “Aslı hım, nesli hım” diye mırıldanmış.

Üçüncü Vezir ise: “ Padişahım şu adam yoksul garip biri, ceza vermeyelim, bırakın gitsin” diye cevap vermiş.

Çocuk sessiz bir şekilde “Aslı hım nesli nün” diye mırıldanırken Padişah çocuğu fark eder ve kızgın bir şekilde sorar :” Sen ne dedin?”

Çocuk: “ Padişahım vezirleriniz verdiği cevapla asaletlerini ortaya koydular diye cevap verir ve devam eder. Birinci vezirinizin babası dabaktı, dabaklar dibeğe tetir koyar döverlerdi o yüzden “Dibeğe koyup dövelim” diye cevap vererek aslını gösterdi.  

İkinci vezirinizin babası kasaptı, kasaplar etleri kesip parçalar ve çengele asarlar bu yüzden “ Keselim, parçalayalım etlerini çengele asalım ” diye cevap vererek aslını gösterdi. 

Üçüncü vezirinizin babası da vezirdi, vezirler asalet sahibi kişilerdir bu yüzden ceza vermeyelim, bırakalım gitsin” diye cevap vererek aslını gösterdi, diye sözü bitirir Çocuk.

Padişah çocuğun vermiş olduğu cevaplara çok şaşırır ve sorar : “ Sen Kimsin?” diye.

Çocuk : “Ben Hızır Aleyhisselam” ım der ve kaybolur.

 

İkinci anlatılan efsane ise; Bahse konu efsane Keban ilçesinde geçer. Bir gün Hızır Aleyhselam bahçesinde salatalık toplayan bir kadının karşısına ihtiyar, aksakallı biri olarak çıkar. Bahçesinden evine dönen kadına derki : “Kızım bana bir salatalık verir misin?” der. Kadın ihtiyar adamın yüzüne bile bakmadan : “ Seninle uğraşamam çekil git” diyerek cevap verir.

Bunun üzerine yaşlı adam kadına: “ Üç gün üç gece can çekişesin. Yatağının üç köşesine, üç adam otursun. Yine de figanından durulmasın” diye beddua eder ve gider.

O esnada bu konuşmalara şahit olan bir çocuk bahçesinden salatalık koparır ve salatalığı yaşlı adama verir. Yaşlı adam çocuğun bu davranışını çok beğenir ve çocuğa : “ Kötülük nedir bilmeyesin, bahçende salatalıkların artsın hiç eksilesin” diye dua eder.

Bu olaydan sonra salatalık vermeyen kadın yataklara düşer. Üç gün boyunca acı çekişir, onu sakinleştirmek için yatağının köşesine üç kişi oturur fakat kadının ağlamasını, acısını dindiremezler. Kadın ağlayarak bağırarak, kendini yerlere vura vura ölür. Böylece yaşlı adamın bedduası kabul olur ve kadın acı içinde ölür.

Yaşlı adama salatalık veren çocuğun bahçesinde yaz kış demeden hiç bitmeden salatalıklar çıkar. Sürekli çıkan salatalıklar komşularının dikkatini çeker ve sorarlar. Çocuğun aile fertleri çocuk ve yaşlı adam arasındaki hadise anlatırlar ve anlattıkları günden sonra bahçedeki salatalıkların hepsi kurumaya başlar.


KOVANCILAR YÖRESİNE AİT EFSANELER

 

HEYBET DAĞI:

Heybet dağı, Kovancılar ilçesinin kuzeybatısında yer alır. Tamamen ağaçsız olan dağın zirve kısmı düz bir çizgi halinde kayalıklardan oluşmuştur. 7-8 yüz metre kadardır. Kovancılar ve civarında, “Heybet” ismi, erkek çocuklara ad olarak verilmektedir. Heybet dağının adının heybet babadan geldiği sanılmaktadır. Heybet Baba'nın kim olduğu kesin bilinmemektedir. Yöre halkının verdiği bilgilere göre Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya gelen Ahmet Yesevi Dergahında yetişen, HORASAN erenidir. Bölgenin İslamlaşması için çaba harcayan Heybet Baba Heybet dağının üzerindeki kayalık alana yerleşmiş, çobanlık yaparmış. Heybet Baba Müslümanlar ve Gayri Müslimler tarafından kendisine güven duyulan, dürüst biridir. Heybet Dağı üzerinde bulunan kabrin de Heybet Baba'ya ait olduğu sanılmaktadır. Heybet Dağı’ndaki taşlarla kaplı alanın oluşumu ile ilgili olarak ilçe ve köylerinde iki farklı efsane anlatılmaktadır:

1. Efsane : TAŞ KESİLEN ÇOBAN VE SÜRÜSÜ:
Rivayet edilen; Eski zamanlarda heybet dağı civarlarında yaşayan bir çoban sürüsünü otlatmak için Heybet dağına gider.  Koyunlarını otlatan çoban çok susar ama etrafta su bulamaz. Öyle ki susuzluktan perişan durmuna gelir adam ve sürüsü, bunun üzerine Allah’a el açıp: “Allah’ım bana ve sürüme su ver, susuzluktan ölecek duruma geldik. Eğer su verirsen senin için kurban keseceğim” diye dua eder, adakta bulunur. Bir süre sonra çobanın bulunduğu yerden  su çıkmaya başlar ve küçük bir göl oluşur.

Çoban ve kuzuları bu küçük gölden su içerler, susuzluğu gider çoban ve sürülerinin. Çoban su içtikten sonra oturur, o esnada Allah’a verdiği adak aklına gelir. Elbisesinden bulduğu pireyi alır, taş ile ezerek öldürür. Sonra da Allah’ım adağımı adadım, sana kurban kestim der. Allah’ın gazabı çoban ve sürüsü üzerine olur ve oracıkta çoban ve sürüsü taş olur.

2.Efsane: TAŞ KESİLEN SEVGİLİLER:
Zamanında Kovancılar civarında iki genç birbirlerine aşık olurlar. Genç kız ve delikanlı her fırsatta buluşmaktadır. Bu gizli saklı buluşmalar zamanla insanların diline düşer, kulaktan kulağa yayılır. Bu birlikteliğe genç kızın ve delikanlının ailesi şiddetle karşı çıkmaktadır. Öyle ki kızın babası yayılan dedikodu yüzünden kızını başkasıyla evlendirmeye karar verir.

Delikanlı ne yapacağını bilemez. Bir gün kıza haber gönderir: “Kaçalım” diye. Kız kabul eder ama kızın ailesi kızın evden çıkmasına izin vermemekte ve kızı bir an için bile yalnız bırakmamaktadırlar. Düğün günü genç delikanlı ölümü göze alarak düğünü basar ve düğün meydanından kızı alır atıyla hızla uzaklaşır ve Heybet dağına kaçarlar. Kızın ailesi ve tüm ahali iki gencin peşine düşerler. Genç aşıklar  fazla kaçamaz Heybet Dağında iki aşık genç yakalanır. Yakalanan iki gencin yalvarmaları yakarmaları fayda etmez. Bu esnada gözyaşlarına bozulan gençler birbirlerine bakarlar ve her ikisinin gözünden 3 damla gözyaşı toprağa düşer. Gözyaşlarının düştüğü yerde hemen altı gül çıkar. Genç kız ve delikanlı ayrılmaktansa “taş olup sonsuza kadar kalmayı içlerinden aynı anda geçirirler. Ve genç kız, delikanlı ve orada bulunan herkes taş kesilir.       



PALU YÖRESİNE AİT EFSANELER

ALİ GELMEZ:

Rivayetlere göre; Zamanında Palu ilçesinde yaşayan Ali isminde bir delikanlı varmış. Bu delikanlı İlçeden geçen Murat nehrinin en derin yerlerinde yüzermiş. Ali ve arkadaşları bir gün Murat nehrinde yüzüyorlarmış. Arkadaşları nehrin kıyısında yüzerken Ali nehrin derinlerine inmiş. Nehrin derinliklerinde bir kadının oturup ekmek pişirdiğini görmüş. Suyun yüzeyine çıkan Ali arkadaşlarına: “ Suyun dibinden size sıcak ekmek getireyim demiş. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında suya tekrar dalmış ve kadının yanına gelip: Ekmek verir misin? demiş.

Kadın: “ Veririm ama bir daha gelme buraya. Seni burada kimse görmesin öldürürler” demiş.

Ali, ekmekleri alıp suyun yüzeyine çıkmış, arkadaşları şaşkın. Bu sefer arkadaşları peynirde getir demişler. Ali, kadının kendisine söylediğini unutarak bir daha kadının yanına gitmiş.

Ama bir daha o sudan çıkmamış.  Suyun kenarında bekleyen arkadaşları Alinin saatlerce sudan çıkmaması üzerine “ Ali Gelmedi.. Ali Gelmedi..” ağlayıp, feryat figan etmişler.

O günden beri Murat nehrinin en derin yerine “Ali gelmez” yöre halkı tarafından söylenmeye başlanmıştır.

           

SÜTLÜ TAŞLAR:

Rivayetlere göre; Eski zamanlarda Palu’nun Güllüce köyü yakınlarında çok fakir bir karı koca yaşarmış. Öyle ki çok fakir olduklarından evlerinde yiyecek ekmekleri, bakıp sütünü sağacakları bir hayvanları bile yokmuş.

Bir gün kadın elinde süt ile eve gelmiş. Bir, iki, üç gün derken adam merak edip karısına sormuş: “Hanım bu sütü nerden getiriyorsun?

Karısı: “ Sen içmene bak.” Diye cevap vermiş.

Adam bu cevap üzerine kafası çok karışmış ve bir gün karısını takip etmeye karar vermiş. Bir gün evden erken çıkan adam dışarıda saklanmış. Bir süre sonra adamın karısı elinde kova ile evden çıkmış. Kadın kayalık bir alana gelmiş. Burada bir keçi sürüsü varmış. Kadın keçilerden bir tanesinin yanına gelmiş süt sağmaya başlamış. Adam o esnada kadının yanına gelerek: “Hanım bizim bu kadar keçimiz olduğunu neden bana söylemedin?” diye sormuş.

Kadın kocasını görünce çok şaşırmış, o şaşkınlıkla elindeki süt dolu kovayı elinden bırakmış. Kovadan dökülen süt kayalardan yere doğru akmış.

Kadının sırrı ortaya çıktığından kadın ve keçi sürüsü birden ortadan kaybolmuş. Adam o günden sonra karısını bir daha görmemiş.

 

 

SİVRİCE YÖRESİNE AİT EFSANELER

AZER DAĞI EFSANESİ:

Bilindiği üzere Azer, Hz. İbrahim Peygamberin babasıdır. Rivayetlere göre: Hz. İbrahim’in(as)  babası Azer Urfa civarlarında yaşayan devrin hükümdarı Nemrud’un putlarını yaparmış. Urfa yaz aylarında çok sıcak olduğundan Azer ve yanındaki ahalisi ile birlikte Bugünkü Hazar Baba Dağına yaylaya gelir, kış olunca da tekrar Urfa’ya dönerlermiş. Bir yaz yine Hazar dağına gelen Azer burada çıkan bir kavga sırasında dağın kayalık kısmındaki bir mağaraya sığınır ve burada öldürülür. Mağaraya halk arasında bu yüzden Azer ismi verilmiştir. Mağaranın içinde bulunan kabrin de Azer’in mezarı olduğu söylenmektedir. Halk arasında Âzer ismi zamanla ''Hazar" şekline söylenmiş ve hazar gölünün de ismini buradan aldığı söylenmektedir.


HAZAR BABA  DAĞI EFSANESİ:

Rivayetlere göre; Eski zamanlarda Hazar Dağından kış mevsiminde bin kişilik büyük bir ordu geçiyormuş. Bu ordu Hazar dağının zirvesinde büyük bir kar fırtınasına yakalanır ve ordudaki herkes soğuktan donarak ölür. “Hazar” kelime anlamıyla “bin” demektir. Bu yüzden ismini de “1000 kişilik ordu” dan aldığı söylenmektedir.


HAZAR BABA DAĞI EFSANESİ:

Rivayetlere göre: Hazar Baba, Karaoğlan ve Kuşakçı adındaki evliyalar kardeşlermiş. Bu kardeşlerin de Haccehan adında bir kız kardeşleri varmış. Bu kardeşler düşmanla savaşırken  her birinin Gölcüğü çevreleyen dağlarda şehit olduğu söylenmektedir. Şehit oldukları dağlarda kabirleri bulunmakta olup bu dağlar kendi isimleriyle anılmaktadır. Kız kardeşleri Haccehan’ın da Kürk Köyünün üst tarafındaki dağda kabri olduğu söylenmektedir.

Kuşakçı Babanın Cuma Akşamları gemici feneri ile İmran Göze suyuna inip abdest aldığı söylenir. Yine erkek çocuğu olmayanların iki, üç sene Karaoğlan Türbesine gidip Allah için kurban kestikten sonra erkek çocuğu olduğu Halk arasında anlatılmaktadır.

Geceleri dağlardan birbirlerine doğru ışık gidip geldiği söylenmektedir. Bu durum Halk arasında yatan evliyaların kavga ettiği şeklinde yorumlanıyor.


GÖLCÜK GÖLÜ (Batık Kent) EFSANESİ– I

Hazar Gölü sularının derinliklerinde bulunan Batık Kent ile ilgili çeşitli efsaneler anlatılmaktadır.

Zamanında Hazar gölünün bulunduğu alanda büyük bir şehir olduğu, bu şehirde yaşayanların çok zengin ve bolluk içinde yaşadıkları,  şehirde yaşayan halkın çok cimri olduğu, kimseye de yardım etmedikleri, söylenmektedir. Bir gün dilenci bir kadın bu şehre gelir. Bazı söylemlere göre bu kadının Hızır Aleyhiselam olduğudur.  Kadın bu şehirde yaşayan insanlardan kapı kapı gezip tuz ister.. Ama kimse kadına tuz vermez, vermedikleri gibide azarlarlar. Şehirde bulunan yaşlı bir kadın sadece dilenci kadına tuz vermiş. Bunun üzerine Kadın: “ Bu gece sabaha kadar şu evin dışındaki bütün evler su keser” diye beddua eder. Sabah olduğunda  tuz veren yaşlı kadının evi dışındaki bütün evler su içindedir. Gölün altındaki Batık Kent'in esrarı bölge halkınca bu efsaneye dayandırılır.

 

HAZAR GÖLÜ (Batık Kent) – II

Hazar gülünde bulunan ikinci efsaneye göre de; Zamanında bu civarlarda yaşayan ve pek kimse tarafından bilinmeyen hamile bir kadın yaşarmış. Kadın yoksulluk içinde yaşıyormuş. Kadının bir gün evinde yiyeceği kalmamış. Yiyeceği olmadığı için Hazar Gölünün bulunduğu alanda bulunan köye gider. Köyden ekmek, yemek kokuları gelmekteydi. Hamile ve aç olan kadın ev ev dolaşarak ekmek ister. Kimse kadına yiyecek bir şeyler vermez. Kadın en sonunda : “Bu Köy su keser, bende taş keserim” diye beddua eder. Allah tarafından kadının bedduası kabul olunur. Her tarafı sular kaplar köy sulara gömülür, hamile kadın taş kesilir.

Bugün Hazar Gölünün altında kalan yerleşim yerinin o köy olduğu, gölün güneyinde yere uzanmış haile kadın görüntüsünü andıran dağın ise taş olan hamile kadın olduğuna inanılır.

 

CİN DÜĞÜNÜ:

Bir zamanlar Ömer Dede diye biri yaşarmış. Ömer Dede bir gece Sivrice’nin Yarıkuşağı Köyünden giderken bir düğün görür. Gece yarısı geç vakitte devam eden bu düğün Dedenin dikkatini çeker ve düğünü izlemeye başlar. Düğünde, üstlerinde annesinin, kız kardeşlerinin ve karısının elbiselerinin aynısını giymiş kadınlar altın, gümüş tabaklarla,  misafirlere hizmet ediyorlarmış. Bu duruma çok şaşıran Ömer Dede düğüne gider, cebinden çıkardığı çakısı ile bu kadınların elbiselerinden birer parça koparır. Altın ve gümüş tabaklardan birkaç tane gizlice alır ve evine gider. Kimseye bir şey anlatmayan Ömer Dede sabah kalkar kalkmaz ev halkının elbiselerini kontrol eder. Elbiselerin üzerindeki yırtıklarla, elindeki yırtık parçaları karşılaştırır. Parçaların bu elbiselerden koparılan parçalar olduğunu anlar. Akşam aldığı gümüş ve altından tabaklara hemen bakar, bir de ne görsün o tabakların yerinde soğan ve sarımsaktan başka şey yok. Merak ve şaşkınlığından ne yapacağını bilmeyen Ömer Dede hemen düğünün olduğu alana gider. Gece düğün olan alanda soğan ve sarımsak kabukları ile dolu olduğunu görür. O günden sonra Ömer Dede’nin besmelesiz dışarıya çıkmadığı, evdekilere de Besmele çekmeden elbiselerini giyip çıkarmamalarını söyler.

DENİZ KIZI EFSANESİ:

Eski zamanlarda Gölcük kıyısındaki köylerin birinde genç delikanlı biri yaşarmış. Bu delikanlı atları çok sever ve atlarıyla her gün gölün kenarına atlarını otlamaya getirirmiş.

Bir gün delikanlı atlarını gölün kenarına getirir, etraf ta çok sessiz ve sakinmiş, etrafta dolaşırken kayalıkların üzerinde çıplak, sarı uzun saçlı, güzeller güzeli bir kızın oturduğunu görür. Gözlerine inanamaz, daha yakından görmek için kıza doğru gizlice yanaşmaya çalışır. Kayalıkta oturan kız ayak seslerini duyunca ürker ve suya atlar, suyun derinliklerinde kaybolur. Gördüğü şaşıran delikanlı, düşünceli bir şekilde eve gider. Akşam gözüne uyku girmeyen, hayalden hayale dalan genç sabahın ilk ışıklarıyla kızı gördüğü yere tekrar gider ve gelmesini bekler. Bir süre sonra kız sudan çıkar yine kayalıklarda oturur ve etrafını izlemeye başlar. Genç delikanlı sessiz ve dikkatli bir şekilde kızı seyreder durur. Ve kızın kendi dünyasından olmadığını anlar.

Delikanlı hergün aynı saatte kızı bekler ve kızı gizlice seyreder. Kızda delikanlının onu izlediğinin farkına varır. Günlerce böyle devam eder durur. Delikanlı kıza âşık olmuştur. Deniz kızına aşık olan delikanlı kızı yakalamaya ve evine getirmeye karar verir. Bir gün kız yine kayalıklara çıkar. Delikanlı sessizce kıza yanaşır ve kızın kolundan tutar, kız delikanlının elinden kurtulmaya çalışsa da başaramaz. Delikanlı kızın üstünü örter, atına bindirir ve evine götürür.       

Kız kendisine giydirilen tüm elbiseleri yırtmakta yabancı olduğu bu hayat tarzına alışmakta zorluk çeker. Neyse ki zamanla giyinmeye kuşanmaya, denizden uzak durmaya alışır. Bu alışkanlıkları kazanmak kız için çok zor olur tabii ki. Zamanla konuşmayı da öğrenir.

Denizkızı ve genç delikanlı evlenmeye karar verirler ve evlenirler. Mutlu bir yuvaları olur. Aradan geçen zamanda iki çocukları olur. Karada yaşamaya alışan denizkızı bir gün kocasına yalvarır: “Beni kaylıkların oraya götür, annemi baba mı çok özledim, görüp geleyim” der. Kızın bu yakarmalarına dayanamayan delikanlı istemeyerek kabul eder.

Genç delikanlı karısını kayalıklara getirir, delikanlının içine sıkıntı girer, karısının gitmesini istemez ama söz verdim diyerek gitmesine engel olmaz.

Karısı gitmeden : “Yarın buraya beni almaya gel, eğer ben gelmezsem suyun yüzeyine bak. Eğer her tarafta kan rengi görürsen, bil ki ailem beni cezalandırmıştır. Artık dönmeyeceğim demektir.” der ve kendini sulara bırakır.

            Ertesi gün delikanlı kayalıklara hemen gider. Karısının gelmesini bekler ama gelmez. Bunun üzerine suyun üzerine eğilip baktığında yayılan kanları görür. Karısının ailesi tarafından öldürüldüğünü anlayan delikanlı üzgün ve ağlayarak eve döner.

İki ayrı dünyanın hikayesi de böylece hazin bir şekilde son bulur. Çocuklar annesiz büyürler. Fakat köydeki insanlar denizden gelen kızın çocukları olduğu için onları  "Denizkızıgil" lakabı ile anarlar.

GÖLCÜK :

Eski zamanlarda suda çok iyi yüzen bir delikanlı varmış. Öyle ki delikanlı karadan yürümekten çok denizde yüzermiş. Yine yörede güzelliğiyle şöhret salan gelinlik yaşa gelmiş bir kız varmış. Delikanlı gölcük gölünün kuzey yakasında, güzel kız ise güney yakasında yaşarmış.

Delikanlı için Gölün bir kıyısından diğer kıyısına gidip gelmek çok basitti. Bir gün bu genç delikanlının gölün diğer kıyısından geldiğini duyan diğer kıyıdaki bütün köylüler, onu görmek, yüzüşünü görmek için kıyıya gelmiş. Delikanlıyı görmek için güzeller güzeli genç kızda gelmiş kıyıya. Kız merakla bir kayanın üstünde gölden yüzerek gelen delikanlıyı izlemekteydi.

Kalabalıktan ayrı yerde duran kızı gören genç ona doğru yüzer, kızı yakından gördükten sonra onu bekleyen köylülere doğru yüzüp yanlarına çıkar. Delikanlı kendini kızdan alıkoyamaz. Kızda gönlünü delikanlıya kaptırır. Kız ve genç o günden sonra gizlice görüşmeye başlar. Gizli görüşmelere rağmen iki gencin gönül ilişkisi kısa sürede yayılır etrafa ve duyanlar buna engel olmak için uğraşmaya başlarlar.

Kız karanlık çöktükten sonra kayanın ışık yaktığını, bazıları da geceleyin kıyıya birinin gelip gittiğini anlatmış. Bunun üzerine güzel kıza gönül veren köydeki gençler kızı gizlice takip ederler. Kızın delikanlı ile buluşmak için yaktığı çırayı (mumu) söndürürler. Delikanlı suda yolunu bulmak için çıra (mum) ışığına doğru yüzermiş, çırayı söndürdükleri için delikanlı suda bir oraya bir buraya mum ışığını arar, bulamaz, yorgunluktan kendini gölün karanlık, serin sularına bırakır. Sabah güneşin doğmasıyla dalgalar delikanlıyı sevgilisi ile buluşacağı yere getirmiş. Aradan biraz vakit geçmiştir ki genç kızında olmadığı fark edilir. Hemen genç kızı da ararlar ve genç kızı genç delikanlıyı ilk gördüğü kayalıkların sularında bulurlar.

GÖLCÜK EFSANESİ –II-

KİLİSENİN PAPAZI

Eski zamanlarda Gölcük Gölünün ortasındaki küçük adada bir kilise varmış. Kilise Papazının dünyalar güzeli bir kızı varmış. Bu güzel kız kıyı köylerden birinde yaşayan bir Türk gencine aşık olur. Delikanlı da kıza aşık olmuş, geceleri kıyıdan yüzerek gelir papazın kızıyla buluşurlarmış.

Kız zifiri karanlıkta yüzerek gelen delikanlının yolunu bulması için penceresine mum bırakır, delikanlıda yanan mum ışığına doğru yüzerek kızın yanına gelirmiş. Bu gizli buluşmalar uzun düre devam etmiş. Bu aşk çevrede duyulmuş ve kısa sürede her tarafa yayılmış. Ahaliden biri bir gün Papaza : “Senin kızın bir türk gencine aşık olmuş, her gece buluşuyorlar.”demiş.

Çıkan bu dedikodular üzerine Papaz bir plan yapar. O gün papaz tarlasına gider, gece geç vakitlerde kiliseye döner. Geldiğinde kızının cidden pencereye mum koymuş olduğunu görür. Papaz gizlice mumu  oradan alır ve söndürür. O sırada karşı kıyıdan kızla buluşmak için yüzerek gelen delikanlı mum ışığını göremez. Bir türlü adayı suyun içinde bulamamış ve sonunda yorgunluktan kendini suların derinliklerine bırakmış.

Papazın kızı sabaha doğru delikanlının gelmediğini anlayınca, yatağından kalkmış, mumun pencerenin kenarında olmadığını görmüş. Bunun üzerine “sesleneyim sesimi duyar sesime gelir” diye düşünmüş. Kiliseden uzaklaşarak suya doğru ilerlemiş. Seslenmiş ama nafile… Genç kız da kendini suya atar ve o da delikanlı gibi suda boğulur. Yöre insanı tarafından bu iki gencin aşklarının suda devam ettiğine inanılır.

PAPAZIN KIZI

Bundan yıllar önce Gölün kıyılarında Müslüman ve Ermeniler birlikte yaşarlarmış. O dönemlerde Hazar gölünün ortasında bulunan adada bir kilise varmış Bu kilisede Papaz ve kızı yaşarmış. Papazın kızı ve yörede yaşayan bir Türk genci hayatlarının baharında birbirlerine aşık olurlar. İkisi de bu aşka ailelerin karşı çıkacağını bildikleri halde gönüllerine laf dinletemezler.

Kız ve delikanlı gizli gizli buluşmaya başlarlar. Kız her gece kilisenin bahçesine çıkar, elindeki feneri sallarmış. Kıyıdan kızın fener ışığını gören gençte yüzerek kızın yanına gidermiş. Geç vakitlere kadar beraber vakit geçirirlermiş. Sabaha doğru genç tekrar kıyıya yüzerek köyüne gidermiş.  

Gençler aylarca bu şekilde gizli gizli buluşmaya devam etmişlerdir. Bu gizli buluşmaları gören biri durumu Papaza anlatır. Kızının Müslüman bir gence aşık olmasına ve gizli gizli buluşmasına Papaz çok kızar. Papaz gece olunca uyumaz ve gizlice kızının gençle buluşmasını bekler. Gece kızının elinde fener ile bahçeye çıktığını, gölün kıyısında feneri salladığını görür. Bir süre sonra delikanlının da sudan geldiğini görür.

Bu duruma çok sinirlenen Papaz ertesi gece kızını odasına kilitler, gece olunca el fenerini alır gölün kıyısına gelir ve feneri sallamaya başlar. Her şeyden habersiz olan delikanlı feneri görünce kıyıdan suya atlar ve kiliseye doğru yüzmeye başlar. Kilisenin kıyısına geldiğinde kızın babası ve adamları tarafından yakalanır ve oracıkta öldürülür. Gencin ölümüne dayanamayan genç kızda kendini Hazar gölünün derin ve soğuk sularına atarak yaşamına son verir.